Nietzsche, ne güzel söylemiş, değil mi? Amor fati, yani “kader sevgisi”…
2005 yılında Cizre Devlet Hastanesi şantiyesinde bina otomasyon sistemi kurarken, merkezde olaylar vardı diye, çalışmayan bir soğuk hava deposunun içinde kahvaltılıklardan oluşan yemeğimizi yiyorduk. Akıllı sistemlerle bezenmiş bir yapı kurmaya çalışıyoruz; ama bir yandan da, en temel insani faaliyetimiz olan yemek yeme işini, sırlarla dolu bir soğuk hava deposunda, daracık rafların gölgesinde gerçekleştiriyoruz. Evet, yıllar geçti. O anı yaşayan ben ve hâlâ ara sıra karşılaştığım iş arkadaşım, hayatın başka kulvarlarında kaderin su damlacıkları olduk.
Evet, hayat bize çakıllı yollardan geçen bir yol haritası sundu. Kaderin eşsiz hüneriyle daha aydınlık sahnelere çıktık. Ve bize ışıkla görmeyi öğretti.
Peki siz, kaderin hangi cenk yerindesiniz?
“Kaderini sev,” gibi klişe bir cümlenin savunucusu olmayacağım asla; çünkü her düşünen zihnin yaşadıkları, kendi eteğinde kaygan taşlar gibi. O taşlara sımsıkı sarılmak ve kaderin hüner denizinde ruhuna eş yontmak… bu yine kişinin kendi kabiliyetine kalıyor.
YouTube’da, benim de beğendiğim bir ekonomistin “1900 Yılında Doğsaydınız Ne Olurdu?” adlı bir içeriği var. Yaşanan buhranlar, savaşlar, kıtlıklar, katliamlar… Kısacası insanlığın başına gelmeyen kalmamış. Evet, günümüzde acının daha teknolojik hâlleri var ama o yılların çaresizliğini bir düşünün. İşte o yıllarda, kaderine razı olmayan ya da kaderini severek fener ışığı gibi izinden giden zihinlerin sayesinde bu günlere erişildi.
Seneler önce bir arkadaşımdan duymuştum: “Kader, gayrete aşıktır,” demişti. Üniversite yıllarında, birlikte yerel bir televizyonda çalışırken, rahmetli Rauf Denktaş’la röportaj yapmıştık. Yine rahmetli Özhan Canaydın ile konuşurken, yatırılmayan sigortamıza ağıt olarak bu cümleyi kurmuştu: “Kader, gayrete aşıktır.” O zaman küçük görünen bu cümle, sonra büyük anlamlar taşıdı. Çünkü o arkadaşım, zamanla ülke çapında bir mobilya markasında genel müdür yardımcısı oldu; ardından da kendi işini kurdu.
Evet, kader, sevgi ve ağıt…
O zaman başarılı olanlar kaderini sevdi, diğerleri onu itekledi mi? Yoksa kaderine boyun eğdi de başarmak için çok mu çalıştı? Bu sorular, sanki Nesin Matematik Köyü’nde olasılık hesabı yapar gibi geziniyor zihnimde.
Dün, Netflix’te BlackBerry belgeselini izledim. Bir dönemin telefon kralı… Benim de o zamanlar yaşam fonksiyonum diyebileceğim bir cihazdı. Nasıl da kasıp kavuruyordu dünyayı. Ancak sonra, kaderini ya çok seven ya da ona boyun eğmeyen biri çıktı: Steve Jobs. Kurucu ekibiyle birlikte kaderi baştan yazdı. Belki o, kaderin teknoloji diline âşıktı.
Yine yakından tanıdığım ve sıfırdan başlayarak klima sektöründe başarı elde eden bir tanıdığım… “Üniversiteden önce bayramlarda kot satardık,” diye anlatır durur.
Bazı okuyuculara tüm bunlar La Fontaine masalları gibi gelebilir. Ki şu an ekonomik dilin kuş diline döndüğü bu zaman diliminde, pek de haksız sayılmazlar. Ama en azından… 30 gün boyunca kaderleriyle küs olmasınlar. Ve barışsınlar. Belki bir bölge başkanının dediği gibi: “Bu da mı sihir değil?” karnavalını yaşarlar.
Belki de bu yüzden… Her birimizin kaderle arasında ince bir bağ var. Kimi zaman inatla çekiştiriyoruz, kimi zaman sessizce kabulleniyoruz. Ama her durumda ona şekil veren yine biziz.
Peki ya siz? Kaderinizle aranızda bir sevda mı var, yoksa hâlâ küs müsünüz?
Kendi Amor Fati’nizi birkaç cümleyle siz de anlatır mısınız?