“Ağaçlar Ayakta Ölür” diyor, İspanyol yazar Alejandro Casona, 1949 tarihli tiyatro oyununda. O tarihte, Rize’nin Pazar ilçesinin Apso köyünde, ayakları çarıklı bir çocuktum. İlkokul çağına girdiğim halde, köyümüzde okul olmadığı için sadece ineklerimizi otlatarak ve annem Fatma Sümer’e yardım ederek “Yaşam Boyu Eğitim” sürecine girmiştim.
Elbette, çeşitli ırkları ve demokrasi ile hiçbir ilintisi bile olmayan değişik yönetim biçimlerini, çoğunlukla kan ve gözyaşı içinde yaşayan bu topraklarda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve arkadaşlarının 1923 yılında kurmayı başardıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin o yıllarında bir köylü ailenin ilk köylü çocuğu olmanın büyük zorlukları olmalıydı.
Öyle de oldu. Ancak, bu zorluklar içinde beni bu günlere taşıyan kahramanlar da vardı. Bu kahramanların ikisi olan Dayım İsmet Sümer, beni komşu Başköy’de okula başlatmasaydı, amcam Besim Sümer Ankara’ya alıp okumamı sağlamasaydı, bugün bu yazı yazılmayacaktı.
Bugün ise benden sonraki zorlukları aşan kardeşlerim, yeğenlerimle birlikte, İstanbul merkezli olarak, farklı kahramanlıklarla ülkemize üretim ve istihdam alanında artı değerler katıyorlar.
O zorlu, ancak kendine özgü güzellikleri olan çocukluk yıllarımda, yeşillikler içindeki köy evinden çıkarak Başköy İlkokuluna giderken her taraf yeşil ağırlıklı huzur verici canlı görüntülerle doluydu. Ağaçlar, tertemiz sular ve hava.
Ağaçlar, Cason’ın yapıtındaki gibi gerçekten ömürleri bitince ayakta ölüyorlardı, toprağa karışıyorlardı, kereste, tahta veya odun oluyorlardı. Gerçekten ana işlevlerini ayakta ölerek tamamlıyorlardı. Yaşarken çok çeşitli hayvanlara, kuşlara ev veya konaklama yeri işlevi görüyorlardı.
Doğu Karadeniz’de 1945 yılında başlatılan ve giderek orantısız güç olarak yayılan çay üretiminin toprağa, suya, havaya, tek kelime ile doğaya verdiği zararı Karadenizli bugün bile çok anlamış değil. Ağaçlar kesildi, ne kesilmesi ayakta öldürüldü, meyveler, sebzeler azaldı, kuşlar, kelebekler, karıncalar, tilkiler, çakallar, ayılar, yılanlar, kurbağalar, balıklar, tavuklar, inekler neredeyse kayboldu. Ağaçlar, yeşil örtüler insan eliyle öldürülünce, sular, dereler, ırmaklar kirletilince, hayvanlarla aralarında aşılması olanaksız yüksek duvarlar örülünce elbette hayvanlar yok olacak veya sayıca azalacaktı. Çünkü, hayvanların güvenli yaşamak, üremek ve beslenmek alanları azaltıldı veya yok edildi. İnsanlar tarafından. Bunlara bir de, insan soyunun vahşi yanı olan avcılık, yangınlar, madencilik, yol yapımı eklenince, yerin üstü; hayvanlar, ağaçlar, yeşillikler için cehennem halini aldı. İnsan soyu, doğaya uyguladığı bu şiddet çeşitlerinin aslında kendisinin bedensel ve zihinsel sağlığını, genlerini bozduğunu algılamak yeteneğini yitirmek üzere.
İnsan soyu derken, kamu yönetimlerinde, yerel yönetimlerde, özel kesimde çalışanları, emeklileri, öğrencileri ve işsizleri işaret ediyorum.
Karadeniz’de veya Türkiye’nin diğer yörelerinde ağaçlar kendilerine yakışır şekilde ayakta ölmek, yapraklarını toprakla buluşturmak, insanlar tarafından öldürülmemek için direniyorlar.
Kentlerde ise ağaçların ayakta ölmek konusunda iradeleri çok daha etkisiz. Kentlerdeki ağaçların yapraklarını toprakla, kar ve yağmur sularıyla buluşturmaları da hemen hemen olanaksız.
Oysa…Ağaçlar, yaprakları topraktan aldıkları ile besliyorlar. O yaprakların zamanı gelince tekrar toprağa karışması, kalan enerjilerini tekrar toprağa vermesi gerekir.
Oysa, ağaçların yaprakları ile toprak arasında taş, asfalt veya beton yerleştiriliyor, vahşi yanı ağır basan insan soyu tarafından. Kentlerde çok sık tanık oluyoruz, ağaçlardan düşen çiçeklerin, yaprakların, meyvelerin; taşların, asfaltın ve betonun üzerinde kuruduğunu, toz olduğunu, çürüdüğünü, ezildiğini, çöp olarak toplandığını. Budama gerekçesiyle kesilen dalların çöp gibi günlerce beton üstünde veya büyük çöp araçlarında bekletildiğini.
Özetle insan soyu hayvanı, ağacı, yeşili, mavisi, kahverengisi ile toprağın altının ve üstünün genleri ile çok ağır düzeyde oynamaya başladı. Suyu, havası, toprağı ve yaşayan canlıları ile birlikte Dünya, belki de uzay, insan soyunun bir bölümü tarafından savruluyor. Çoğunluk ise sadece izliyor, savrulmanın birileri tarafından durdurulmasını bekliyor.
Kendisini yaşamın en zeki ve en güçlü canlısı olarak gören ve Dünya’nın genleri ile oynayan insan soyu, sergilediği vahşet çeşitlerinin bedelini çok ağır ödüyor, ödeyecek. Şimdiden yazık diyorum gelecek kuşaklara.
Sayıları az olsa da, baskıcı, insanlık dışı yönetim anlayışı ile insan soyunun bir bölümü, silah, zararlı ve zehirli madde üretimi, ticareti, kaçakçılığı, silahlı kalkışmalar ve savaşlarla Dünya’yı ve üstündeki canlı cansız tüm varlıkları savuruyor. Ayakta öldürülmek istemeyen ağaçlar gibi insanların çoğunluğu, demokrasi, laik, bilimsel ve parasız eğitim, herkesi kapsayan parasız sağlık hizmetleri, yoksulluğun, yolsuzluğun, savaşların, silahlı çatışmaların bulunmadığı, şiddetsiz, sevgi, dostluk ve barış içinde yaşamak için direniyor, dayanıyor. Hem Türkiye’de, hem de Dünya’da.
Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Yükseköğretim Kurulu, okul ve üniversiteler, Diyanet İşleri Başkanlığı, valilikler, belediyeler ve meslek örgütlerinin yönetici ve çalışanları yazıda dile getirmeye çalıştığım konularda neler düşünüyorlar, neler hissediyorlar acaba?

Umudum şu. İyi yürekli ve çoğunluktaki insanlar, kadın-erkek, her yerde ve her zaman birlikte ve dayanışma içinde olacaklar, ağaçların, yaprakların, kar ve yağmur sularının toprakla buluşmasını, tüm canlıların sağlıkla ve güvenle yaşamalarını, kan ve gözyaşı dökülmemesini sağlayacaklardır. Ayrıca şunu da umuyorum. İyi yürekliler, iyi olmayan yüreklileri mutlaka iyileştireceklerdir.
Haydi, güzel yürekli insanlar, her yerde ve her zaman kadın-erkek birlikte, dayanışma içinde. Haydi.