Epiktetos, Makaleler’de şöyle diyor:
“Ne zaman endişeli birini görsem, kendime ne istiyor olabileceğini sorarım. Çünkü eğer bir kişi kendi kontrolü dışında olan bir şey istemiyorsa neden bunun için endişe duysun ki?”
Evet, biz ayaklarının altındaki kordan közlerde yürüyen insanlar neden kontrolümüz dışında olan şeyler için üzülüyoruz ki?
Bu, “her şeyi bırakalım, varlığımız rüzgârda savrulsun” savurganlığı değil aslında; an’ı yaşamanın Nirvana’sına tırmanma sentezi.
Geçmiş için üzülüyor, yaşanmamış gelecek için kaygı duyuyoruz. Oysa biz, anların kahramanıyız değil mi? O zaman bu telaşımız neden?
Bir karar alıyoruz ve bu kararın eşsiz kararlılığıyla ilerliyoruz; ancak bir şey oluyor ve farklı sokakların şaşkın adımları oluyoruz. O zaman yine eşimle yaptığımız bir sohbette dediği gibi:
“Hayat 15 gün içinde bile değişiyor, neden bu kadar kaygılanıyoruz?”
Doğru ya, biz neden bu kadar kaygılanıyoruz?
Seneca’nın kulakları çınlasın:
“İnanın ki hububat piyasasının bilançosunu çıkarmaktansa, kendi hayatının bilançosunu çıkarmaya koyulmak daha tercih edilir.”
Tekrar söylüyorum: Bu, “hayatın kontrolü bizde değilse, kürek çekmeye de gerek yok” karamsarlığı değil. Bazen mektup gelecekten bugüne gelir.
Ne demek istiyorum?
“Bundan 5 sene sonra kendini nerede görüyorsun?” sorusu var ya… Aslında o sorunun derin anlamı an’da saklıdır.
An içinde yaşamsal fonksiyonlarını geliştiren ya da en azından zihnini günümüzün pastan demirli kafesine kapatmayan biri, geleceğin zaman makinesine bilgi jetonu atıyor demektir.
An, geleceğin parlayan imzası olacak. An, geleceğin ışıltılı rüyası olacak.
Ancak an içinde üzülen, karamsarlığın derin kuyusunda yönünü kaybeden, geçmişiyle boğuşan bir zihin… Bırakın 5 yıl sonrasını, 5 gün sonrasına bile tahammül edemez.
O zaman “Hayat zaten kontrolümüz dışında” diyerek, an’ları Engin Günaydın’ın Vavien filmindeki gibi uçuruma mı yuvarlayalım?
Hayatta tecrübesiyle bana öncülük eden kıymetli bir büyüğüme bir gün dedim ki:
“Çoraplarınız ne kadar renkli!”
“Bana anı yaşatıyor.” dedi.
İşte bu. An, renklerin cümbüşüdür; katran karası gölgelerin oyunu değil.
Gelelim yine kontrolümüz dışındaki üzüntülere…
Bir kitapta okuduğum bir metodu birkaç haftadır uyguluyorum. Telefonuma alarmlar kurdum:
10:00 — “İyimser, istekli ve sevgi dolu ol.”
15:00 — “Her şeyin üstesinden gelebilirim.”
20:00 — “Gerçekten şanslısın. Minnettar ol.”
Nefessiz kaldığım anlara mı denk geliyor bilmiyorum ama… o anlar geldiğinde, alarm çalıyor. Ve ben o anda kendime geliyorum. An’ı yaşıyorum.
Deneyin. Sezen’in dediği gibi:
“Henüz şarkılar bizi bu kadar incitmezken… Eskidendi, eskidendi, çok eskiden…”
Biliyorum, bu kara düzenin içinde insan kalmak hayli zor.
Bir şairin dediği gibi:
“Beni kendi dertlerim değil, çevremin dertleri bitirdi.”
Gerçekliği nefesimiz kadar yakın ama… “an” işte.
Yine okuduğum o kitap diyordu ki:
“Karamsar haberleri izlemeyin. Sosyal medya çıkmazı için anlarınızdan vazgeçmeyin. Sizi motive eden alarmlar kurun. Kötümserlikten izole olun. Anın içinde yaşamsal alanınızı koruyun.”
Bence denemekte fayda var.
5 sene sonranızın sütunları, “an”da yükseliyor.
Ve şimdi son soru:
“Siz, bugünün direksiyonunda mısınız; yoksa geleceğin kazasında yolcu koltuğunda mı oturuyorsunuz?”
“5 Sene Sonranı An’da Yazarsın”
Serhat Yıldız
Yorumlar (5)