Bu ay Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. Yıldönümünü kutlayacağız. Bugün ise 13 Ekim Ankara’nın Başkent oluşunun 100. Yıldönümü, kutlu olsun. Bu 100. Yıldönümünde ne yazık ki bazı kavramlar hala belirsizliğini koruyor ve birçok vatandaşımız hala bu kavramların anlam ve öneminin farkında bile değil. Bu kavramların en önde geleni ise vatan ve vatandaşlık kavramıdır. Bir halk için vatan; üzerinde yaşadığı ve hak sahibi olduğu coğrafyadır!
İnsanlar muhakkak ki yaşamak ve varlığını sürdürebilmek için ayağını toprağa basmaya muhtaçtır, elbette her insan ayağını eninde sonunda bir toprak parçasına basar ve lakin eğer insan o toprak parçasının sahibi değilse, o toprak parçası üzerinde bir hakkı, hukuku yoksa orası onun vatanı değil, olsa olsa ancak kafesi olur. İşte bu yüzden ancak ve ancak bir toprak parçası üzerinde egemenlik haklarına sahip olan insanların bir vatanı vardır ve bu toprak üzerinde aynı haklar ile birbirine bağlı ve paydaş olan insanlara vatandaş denir.
Birçok kişi vatan ve vatandaş kavramının önceden beri bilindiğini, insanların ezelden beri bir vatanları olduğunu ve birbirlerine bir vatandaşlık bağı ile bağlı olduklarını zanneder. Oysa bu çok büyük bir hatadır, çok yakın zamanlara kadar dünyada ne vatan diye bir kavram vardı ve nede vatandaş olarak tanımlanan insanlar. Tüm dünyada topraklar ve denizler hanedanlar arasında parsellenmişti, bu coğrafyalarda asil bir soydan geldiği iddia edilen aileler ya da hanedanlar egemendi. Asiller elbette sadece toprakların ya da denizlerin sahibi de değildi, aynı zamanda toprakların üzerinde yaşayan insanlar da dâhil canlı, cansız her şeyin de sahipleriydiler. Sıradan insanlar ise asillerin kulu, kölesi ya da tebaasıydı.
Egemenliğin en önemli koşulu olan kanun yapma yetkisi de insanlarda değildi, hemen hemen tüm dünyada ilahi bir kaynaktan geldiği iddia edilen temel yasalar geçerliydi, asiller bile bu yasaları uygulamaktan ve sadece bazı dünyevi işleri görecek yasaları koymaktan sorumluydular. Asiller olarak kategorize edilenler dışında kalan sıradan insanların bir coğrafyada egemenlik haklarına sahip olabilmesi bundan yaklaşık 230 yıl kadar önce Amerika ve Fransa’da meydana gelen devrimler sonrasında mümkün olabilmiştir, ancak bu devrimle beraber efendiler ve köleler düzeni yıkılmış eşit ve özgür insanların düzeni başlamıştır.
Bugün birçok muhafazakâr ve hatta modern insan bile geçmişteki krallık, imparatorluk yahut da padişahlık düzeninden övgü ve özlem ile bahseder. Herkes kendini tahtta oturan baba kral, ana kraliçe, genç prens ve güzel prensesler ile özdeşleştirir, bu elbette vahim bir yanılsamadır insan nüfusunun on binde birini bile oluşturmayan bu asiller sınıfı ipekler içinde, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında yaşarken halk çaput giyer, yemeğe ekmek bulamazdı.
Bugün vatandaşlık haklarına sahip birinin kendini geçmişte hiçbir hak ve hukuka sahip olmayan ataları ile özdeşleştirebilmesi elbette kolay olmuyor, bu günkü hak ve hukukun geçmişte de var olduğu yanılsamasına insan kolayca düşüveriyor.
Mesela bizim coğrafyamızda müsadere ancak 1839’da yayınlanan Tanzimat fermanı ile kaldırılmış, herkesin mal ve mülküne sahip olabilmesi, bunu miras olarak bırakabilmesi ve özel mülkiyetin güvence altına alınması ancak bu tarihte sağlanabilmiş ve mülkiyet üzerindeki keyfilik bu tarihte sona ermiştir. Gene bu tarihte yargılamada açıklık, hiç kimse yargılanmadan idam edilemeyecek ilkesi benimsenerek, “vurun kellesini” uygulamasına son verilmiştir.
Bugün düşündüğümüzde bir emir ile birinin canının alınması yahut da mülkünün müsadere edilmesi bize çok tuhaf ve imkânsız geliyor oysa sadece 180 yıl kadar önce bu topraklarda, böyle şeyler son derecede olağandı.
Elbette sadece kendi coğrafyamızda değil mesela Amerikan iç savaşından önce Amerika coğrafyasında yaşayan zenciler köleydi, bırakın vatandaşlık haklarını aynı çiftlikte çifte koşulan bir öküzden ve yahut da ahırda sağılan inekten daha fazla bir hakları yoktu. Kim şimdi kalkıp da onların vatanları olduğunu iddia edebilir? Amerikan iç savaşı dediğiniz ise insanlık tarihinde daha dün, hepi topu 160 yıl kadar önce.
Hatırlatmak isterim ki köleliği 1926’da Milletler Cemiyeti bütün dünyada yasaklamış ve daha sonra Birleşmiş Milletler de bu hükmü teyit etmiştir. Sakın yanlış anlamayın geçmişte bir hanedanın hükmü altında yaşayan herkes köle değildi elbette özgür sayılan kişiler de vardır, lakin bu kişiler bu gün sıradan bir vatandaşın sahip olduğu haklardan hiç birisine sahip değildi. Örneğin ne vergi konacağına, ne kadar vergi konacağına ve kimin vergilendirileceğine dair halkın en ufak bir söz ya da itiraz hakkı dahi yoktu.
Ne vergi verileceği hakkında söz hakkı yoktu da vergilerin nereye nasıl harcanacağına dair bir söz hakkı vardı sanıyorsanız bunda da yanılıyorsunuz, elbette bu konuda da sıradan bir vatandaşın en ufak bir söz hakkı yoktu. Bu haklar kolay kazanılmış haklar değildir onurlu ve özgürlükçü insanlar hanedanlar ve din adamlarına karşı yüzlerce yıl süren bir savaş vermiş sonuçta vatan ve vatandaşlık haklarının tüm insanlar için geçerli olacak şekilde kazanılmasını sağlamışlardır.
Bizim coğrafyamızda ise bu kahramanların en görkemlisi ortaya çıkmıştır ve onun adı da Mustafa Kemal Atatürk’tür. Demedi demeyin saltanatlara ve dini egemenliklere övgü düzmek, öncelikle bugün bizlerin bir vatan ve bu vatan üzerinde vatandaşlık haklarına sahibi olmasını sağlayan bu onurlu insanların kahramanlık ve anılarına büyük bir saygısızlıktır.