Şöyle gerilere gidip bir felsefi gelişmelere bakarsak, siyasi tutuculuğun düşünsel biçimlenmenin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Batı Bloğu dönemi arasında yaşanan “Soğuk Savaş” döneminde oluştuğunu ve oluşturulduğunu tespit ederiz.

O tarihlerde bu biçimlenme tam bir paranoyaya dönüştü. Gençliği sağcı-solcu diye parçalayarak bundan çıkar sağlamaya dayalı beklenti içinde olanlar; “Sol büyürse Sovyetler Birliği, Türkiye’yi işgal eder!” yaftasını topluma şırınga etmişlerdi. 1970’lerde zirve noktasına ulaştı.

Bu bilim dışı algı o zaman aydın nefreti oluşturdu. Onlara göre entelektüel, süslü laflarla konuşup yazarak doğruları gizleyen “sahte-aydın” halktan kopuktu.

İşin aslı Soğuk Savaş’ın psikolojik harp metotları “cadı avı” yöntemleri ABD’den “ithal” edildi. Yani bu tam bir  McCarthycilik idi.

Yani komünizm tehdidi bahanesi sürekli ön plana çıkarılarak, iktidarı eline geçirmiş olanlar tüm muhalefeti suçlamaları ve karalamaları bunun üzerine kurulmuştu.

Kenan Evren’in 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, Osmanlı’nın son döneminde doğan  “emekleme” dönemini yaşayan aydınlar  kör testereyle biçildi. Bu hareket cehaleti büyüttü. Bu Soğuk Savaş siyasal ikliminin sonucuydu. Türkiye bunda çok büyük sosyal, siyasal ve ekonomik zararların yanı sıra, özgürlüklerde ve sanatta da büyük zararlar gördü. Teokratik devlet düzencileri RTE ve ekibi iktidara geldi. 

Tutuculuğun hafızasını açmak için bir parantez açıp sert ve kaba tavrın, hesaplaşmanın Nihal Atsız’dan geldiğini anımsatmak istiyorum.

Genellikle kurmaca ya dayalı eserlerine baktığınızda ana gayesinin “milli kimlik” oluşturmak olduğunu görürsünüz. örneğin fantastik “Bozkurtlar” romanı bunlardan biridir.

“Bozkurt” gibi semboller üzerinden anlattıklarının amacı, “ Türk kimlik haritası” yaratmaktı. Tek ideali ise Turan ideali idi.

Kitabında efsanevi Türk komutanlar veya Türk kahramanlar vardı. Alp Er Tunga, İstemi Kağan, Alp Arslan, Temüçin, Cengiz Kaan, Kültegin, Kür Şat gibi... “Gökçen” gibi çok kız ismi de Atsız’ın romanları ile “moda” oldu.

Sonra ne oldu biliyor musunuz? Atsız’ın “soy Türkçülüğü” zamanla “Türk İslam Sentezi”ne dönüştürüldü. “Bozkurt” sembolünün yerini “Üç Hilal”e bıraktı.

“Bozkurtlar”, “Ülkücülere” dönüştürüldü. “Türkçü” yerine “milliyetçi” sıfatı tercih edildi. “Türkçüler Derneği” terk edildi. “Milliyetçiler Derneği” kuruldu.

İşin garip tarafı Türk’ün yanına “Arap dini” konmasına karşı çıkan “katıksız Türkçü” Atsız bile Soğuk Savaş’ta tasfiye edildi!

Antiemperyalist Arap milli hareketi gibi “Türk yerli Baası” istenmiyordu. İstenen: Soğuk Savaş’a uygun antikomünist içi boşaltılmış, milliyetçi bir hareketti...

Alpaslan Türkeş’den sonra MHP’nin başına çöreklenen Devlet Bahçeli ve ekibi “Türk insan tipi” yaratmayı hedefleyen Atsız’a bile tahammülleri kalmadı.

Teokratik devlet düzenciliğine karşı çıkan ülkücüleri Devlet Bahçeli ve ekibi parçaladı. Bu parçalamanın ana nedeni, Bahçeli’nin; AKP Genel Başkanı RTE’ye karşı geçmişte yürüttüğü şiddetli muhalefet sırasında RTE’ye: “Erdoğan sen mahalleye muhtar bile olamazsın!!!” sözlerinde yatıyordu.

Şimdi ise aradığımız günümüz sağ tutucu siyasetin ideolojik kökünü yazdım. Çünkü bu CIA merkezli “ithal gerici ve tutucu düşünsel inşanın” sonuçları hâlâ siyaset dünyasına kendini gösteriyor! 

Böyle bir siyasetin adı ne oldu? “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” uydurmacası oldu. Emeklileri aylık 10 bin lira emekli maaşı ile RTE ve Devlet Bahçeli geçinmeye zorluyor. Meclise Emekli maaşlarının asgari ücret seviyesine çıkarılması için muhalefet partilerinin verdiği önergelere ret oyu veriyorlar.

Bu iktidar gerici ve tutucu ekonomik ve mali politikaları uygulayarak keyif çatıyorlar.

İşte bu sebeple, “antiemperyalizm” vurgu ve söylemi bundan önemlidir.

Özellikle 1970’lerde bu yana akıtılan “tutuculuğun kan hafızası” nedenleri üzerinde durmak koşuldur. 

Bu nedenle iktidarın her muhalif hareketi “hain ya da düşman” görme sanrısından kurtulmak gerekiyor. Unutulmasın ki; iktidarda ya da muhalefette bir liderin büyüklüğü, düşüncelerinin gücünde yatar... Bu da halkın aç ve susuz kalmamasıdır.