Irak, Suriye, Libya ve İran geçmişte günümüze İsrail’in çoğu zaman tehdit eden ülkelerdi. Bu ülkelerin tamamı, diktatörlükle yönetilen ülkelerdi. Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız Esad ve Beşar Esad, Libya’da Muammer Kaddafi, İran’da Ayetullah Humeyni, Ali Hamaney ve sözde “seçimlerle” görev başına gelen çeşitli cumhurbaşkanları, kendi ülke halklarına da zulüm yaptılar.
Ancak bu devletlerin önemli özelliği ABD emperyalizmine karşı direnmeleri ve İsrail’in saldırgan uygulamalarına karşı çıkmalarıydı.
Ama Saddam Hüseyin iktidarının başında ABD ile işbirliği yapan bir devlet başkanıydı. Örneğin İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin’in yönettiği Irak, İran’ın karşısında ABD ile birlikte olmuştu.
Ancak Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinden sonra, ABD Irak’ı işgal etme kararı alınca, Irak ABD karşısında o tarihlerde yer aldı.
Bu noktaya gelmişken Irak’ın toplumsal bölünmesinden söz etmek gerekir.
Irak, din, mezhep, etnik kimlik üzerinden bölündü. Güneyde Şii Araplar, orta bölgelerde Sünni Araplar, kuzeyde Sünni Kürtler egemen oldu. Arkasından Suriye ve Libya, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden bölündü.
Suriye’ye bakarsak kuzeyde Sünni Kürtler, batıda Alevi Araplar, güneyde Sünni Araplar egemen oldular.
Bugün bu ülkelerin hiç birisinde ulusal bir devlet kimliği kalmadı.
Ayrıca bu ülkelerin bölünmesi ve parçalanması sürecinde çıkan iç savaşlarda yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, milyonlarca insan göç etti. Suriye
‘den Türkiye’ye 7-8 milyon Suriyeli mülteci olarak geldi.
RTE iktidarı Türkiye’nin demografik yapısını değiştirdi. Türkiye dünyada en fazla göçmen ve sığınmacı kabul eden ülke oldu.
AKP hükümetinin, Türkiye’nin aleyhinde olan bu operasyonların tamamında, ABD’nin, Britanya’nın, Avrupa Birliği’nin ve İsrail’in yanında yer alması trajedi komikti.
Öte yandan İsrail’in İran’a saldırması sonucunda başlayan İsrail-İran savaşı İran’da Persler, Azeriler, Kürtler arasında veya köktendinci rejim karşıtları ile rejim yanlıları arasında olası bir bölünmenin, parçalanmanın, iç savaşın önlenmesi, İran için de Türkiye için de yaşamsal önemdedir.
İran’daki köktendinci yönetimin halk desteğinin büyük ölçüde erozyona uğradığı, sahte “seçimlere” katılım oranının yüzde ellinin altında kaldığı gerçeği dikkate alınacak olursa, İran yönetiminin, İran’ın ulusal bütünlüğünün ve bağımsızlığının korunması amacıyla da, iktidarda kalma ısrarından vazgeçmesi, gerekmektedir.
İran’ın Molla yönetimi, ABD ve İsrail ile uzlaşmadan, kendi içinde bir uzlaşma sağlaması gerekir. Daha bir açık deyişle Molla rejimi demokratik ve laik bir yönetim biçimine doğru cesur adımlar atarsa, ABD’nin ve İsrail’in saldırgan tutumlarına karşı kendisini daha iyi ve sağlam bir biçimde korumuş olur.
Böyle bir adım kuşkusuz ki Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ve bütünlüğünün korunması açısından da çok büyük bir adım olur.
Ancak Türkiye’de ne yazık ki AKP iktidarının tek adam rejimi böyle bir yapıyı geliştirebilecek ideolojik yapısı yoktur. RTE ne derse o oluyor. Değil mi?