İsviçreli psikolog Jean Piaget'ye göre birey, önceki deneyimlerine dayalı olarak oluşturduğu “içsel bir model çerçevesinde” gerçekliği gözler, yorumlar ve özümser; bu gerçekliğe uyum göstermek için önceki “içsel modelinde” değişiklik yaparak kendisini, kendi dışındaki bu dünyaya uyarlamaya çalışır.

Ülkemizdeki hemen her sorun gibi, kentlerimizde yaşanan gelişmeler karşısında insanların gösterdikleri ya da göstermedikleri tepkileri değerlendirirken Piaget’nin bu açıklaması akılda tutulduğunda bakın ne gibi sonuçlara varılabilir.

Günümüz Türkiye’sinin birçok büyük kentinde yaşayan nüfusun ağırlıklı bir bölümünü son 50 yıl içinde köyden kente göçmüş insanlar oluşturmaktadır.

Kırdaki yalın yaşam biçiminden edindiği deneyime dayalı olarak oluşturduğu “içsel modeli” taşıyarak kente göçen insan, kentte karşılaştığı gerçekliği işte bu “model” çerçevesinde gözlemiş, yorumlamış ve kentteki gerçekliği algılayabildiği ölçüde içsel modelinde değişiklik yaparak kendisini bu “yeni dünyasına” uyarlamaya çalışmıştır.

Yaşanan bu gelişmeye biraz daha yakından bakalım.

Göçle gelenlere, geldiği kent kucak açmamıştır. Bunu kısa sürede anlayan ve parçası olamayacağını gördüğü kent yaşamının gerçekleriyle yüz yüze kalan kır yoksulunun buradaki yaşam biçimine hemen uyum sağlaması beklenemez.

Ekonomisi çöken köy toplumundaki yerini yitiren kır yoksulu, son bir umutla kente göçüp orada kendisine yeni yer edinme mücadelesi içine girmiştir ve yalnız değildir. Onun gibi yüz binlerce insan daha vardır.

Kentlerimiz ise var olan potansiyelleri ile kitlesel göçlerle gelen kır yoksullarını özümlemeye hazır değildir.

Yaşamın dayatmasıyla “baba ocağını” terk eden kır yoksulu, onu içselleştirmeye hazır ve istekli olmayan kente gelirken orada karşılaşacağı pek çok sorunu belki bilmektedir ama yaşayacağı psikolojik süreçten habersizdir.

Kırdaki tek düze tarımsal üretimin belirlediği yalın ama güvenli yaşam içinde oluşan, “içinde bulunduğu toplumun yarınını” da düşünme alışkanlığı, kentteki üretim sürecine ve kent yaşamına dahil olamayan kır yoksulunun “içsel modelindeki” önemini yitirir. Kentteki kır yoksulu için kendisinin bile artık yarını belirsizdir. Onun için yalnızca “bugün” vardır. Bu süreç kenti kır yoksulu için, “var olma” savaşı vereceği bir alan konumuna indirgemiştir.

İşte bu nedenle, büyük çoğunluğunu, bu süreci yaşayan insanların oluşturduğu kent nüfusu içinde artık “günü kurtarma” anlayışı egemen kültürü belirleyen baskın özellik olarak ortaya çıkar. Günü kurtarma, kent toplumdaki çoğunluk kültürünün temel özelliği olunca, “bireylerin bugünleri” her şeyin önüne geçer ve bugünden kurulması gereken "yarın" toplumun gözünde anlamsızlaşır. “Yarın” için kaygılanan eski kentliler küçük bir azınlık durumuna düşerler.

“Yarın” endişesi içindeki kentli azınlık içindeki bir kesimin, önceliği “bireysel çıkarları” olanlara karşı çıkışları ve hiçbir “ortak gelecek” kaygısı olmayan uydurma projeler için “feda edilen değerlere” sahip çıkmaları; “kamu kaynaklarının kamuda kalmasını” savunmaları, gelişmeye karşı çıkmak olarak nitelenir ve kolayca suçlama konusu yapılır. Bu suçlamalara karşı toplumdan da çok fazla tepki gelmez, çünkü çoğunluğun “içsel modeli” bireysel tepkilerin pek bir işe yaramadığı deneyimine dayalıdır.

Kentlerimizde yıllardır yaşanan sorunlar bu gelişmelerin doğal sonucudur.