Dünya tarihine baktığımız zaman sürdürülebilir kalkınmayı başarıp, bir refah toplumu inşa edebilen ülkelerin hepsinin hukukun üstünlüğü prensibinin doğru düzgün işlediği toplumlar olduğunu görürüz.
Yani “ne kadar hukuk varsa o kadar da ekmek var” hükmünü kurmamız son derecede doğal ve doğrudur.
Hukukun olmadığı ülkelerde de elbette bazı azınlık gruplar çok ama çok para kazanıp, çok ama çok zengin olabilirler. Onlar kendilerine saraylar inşa edip, o saray duvarlarının arkasında görkemli ve ultra lüks hayatlar da sürebilirler amma ve lakin böyle ülkelerde halkın çok büyük bir kesimi yokluk ve yoksulluğa mahkum yaşar.
Tarihe baktığımızda ve hatta bu gün gördüğümüz bir çok monarşi ve diktatörlük rejiminde bu gerçek son derecede açık ve net bir şekilde görülecektir.
Bu böyledir çünkü hukukun olmadığı topraklarda insanın yaratıcılığı ve ekonomik girişim gücü ortaya çıkmaz, kaynaklar verimli kullanılamaz ve kimse hukukun olmadığı, öngörülemez bir ülkeye yatırım matırım yapmaz.
Bakınız sevgili okurlarım; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sürecinde ordudan önce meclisi kuran ve kurduğu meclisin duvarına “Hakimiyet bilâ kayd-u şart Milletindir.” yani günümüz Türkçesi ile “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” yazan kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk bütün kurtuluş ve kuruluş mücadelesini meclis çatısı altında, milli iradeye dayanarak ve anayasal teminat altına alınmış hukuk nizamında yapmıştır.
Yüz küsur yıl sonra biz milli egemenlik hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırıp, milli irade ve hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı bir rejim kurmaya kalkarsak emin olun sonumuz tam bir felaket olacaktır.
Bakın her sistemde iktidar vardır amma ve lakin sadece ve sadece demokrasilerde muhalefet de vardır. Birileri kalkıp ayak oyunları, kumpaslar ve hatta zorbalıkla muhalefeti ortadan kaldırmaya kalkarsa bu rejim artık bir demokrasi olmaz ve en nihayetinde böyle ülkelerde hiç kimse milli irade ile halkın egemenlik hak ve özgürlüklerinden bahsedemez.
Etrafımızda muhalefeti susturmak için her hukuksuzluğu yapmaktan çekinmeyen Rusya’da Putin, Mısır’da Sisi, Azerbeycan’da Aliyev, Belarus’da Lukaşenko gibi diktatörler hep % 90 civarı oylarla defalarca seçiliyorlar değil mi?
Hep bu seviyede oylarla seçiliyorlar çünkü bu ülkelerde yasama onlarda, yürütme onlarda, yargı onlarda, güçlü muhalefet liderleri ya hapse atılıyor ya da ortadan kaldırılıyor. Karşılarına sadece ve sadece kukla bir muhalif çıkmasına izin veriliyor, muhalif seçmen de sandığa gitmiyor, sonuç garantili oluyor en nihayetinde % 90’lar civarında bir oy oranı ile kazanıyorlar.
Şimdi cumhuriyetimizin kurulmasından 100 küsur yıl sonra demokrasiden ayrılıp bu diktatörlüklere benzemeyi kim, neden ister?
AKP iktidarının başlarında uyguladığı politikalar ve özellikle de Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde atılan adımlar Türkiye’yi yaşamakta olduğu derin ekonomik krizden çok kısa bir süre zarfında çıkarmış, sular hızla durulmuş ve Türkiye tarihinde görmediği büyüklükte bir yabancı yatırımı çekmeyi başarmıştı değil mi?
Sonuçta bu halkın geniş kesimleri için çok ciddi bir refah artışı da getirmişti, haksız mıyım?
Ne zamanki bu rotadan sapıldı ondan sonra o ekonomik krizden bu ekonomik krize savrulup durduk, yabancı yatırımcı girişi durma noktasına geldi. Son zamanlarda gelen yabancı yatırımcı da sıcak para olarak adlandırılan yüksek faiz elde etme peşinde koşan maceraperest fonlardan başkası değil, hemen hemen hiç kimse doğrudan yatırım yapmak için ülkemize gelmiyor.
Sizlere de sorayım durum zaten bu noktadayken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na bu yapılanların tüm yerli yabancı yatırımcılar arasında Türkiye nereye sürükleniyor sorusunun gündeme gelmesine yol açmamış mıdır?
Yerli yabancı tüm yatırımcılar Avrupa’nın en büyük şehri olan İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanına bunlar yapılabiliyorsa yarın öbürkü gün sana bana ne yaparlar diye düşünmez, Türkiye’de yatırım yapmaya korkmazlar mı?
Sonuçta yatırım olmazsa üretim üretim olmazsa katma değer olmaz insanlar yokluk ve yoksulluk dolu bir bataklıkta debelenip durmazlar mı?
Ben bu ülkeyi çok seven ve ülkesinin geleceğini düşünen bir aydın olarak bu vahim yanlış politikalardan derhal vazgeçilmesini, bir an önce hukukun üstünlüğünün tesisini istemekte haksız mıyım?