“Katılım, halka sormak, ortak akıl” ve bunların tümünü kapsadığı varsayılan “yönetişim” gibi büyülü sözcükler kimilerince sıkça kullanılır.
Hem yönetenler hem de yönetilenler arasından kimi insanların ağzından düşmeyen bu sözlerle anlatılmak istenenlerin yaşamdaki karşılıkları nelerdir?
Kamu yönetimine halkın katılımı olur mu? Olursa, nasıl olur? Hangi kararlar alınırken halka sorulmalı? Sorulmalı mı? Halka sormak, katılım her zaman iyi bir şey midir? Ortak akıl kimler arasında olur? Böyle bir ortaklık nasıl sağlanır?
Bunlar ve bunlara benzer sorular yanıtlanmadan, söz konusu sözlerin söylenegelmesi pek bir anlam taşımıyor. Üstelik bu kavramlara dayalı kimi uygulamalar tehlikeli sonuçlar doğurabilecek özellikler de taşıyor.
Örneğin; 1919 – 1923 yılları arasında Mustafa Kemal halka sorsaydı ne cumhuriyet kurulacak ne devrimler yapılacak ne de Türkiye çağdaş dünyanın üyesi bir ülke olacaktı. Bugün hala başımızdaki padişahın kulları ve hilafetle yönetilen ülkedeki ümmetin bireyleri olarak yaşamımızı sürdürecektik. Mustafa Kemal halka sormamakla yanlış mı yapmıştı?
Kamu yönetiminde karar verme süreçlerine halkın katılımının bir anlamı olması için, her şeyden önce;
• KATAN VE KATILANIN, KATILIMIN NE OLDUĞUNU, BUNUN NASIL OLACAĞINI, HANGİ KARARLAR İÇİN HALKA GİTMEK GEREKTİĞİNİ BİLMESİ VE KATILIM KANALLARININ KURUMSALLAŞMASI;
• HALKIN BİLGİ EDİNME, ÖRGÜTLENME, KONUŞMA VE ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜN ÖNÜNDEKİ BÜTÜN ENGELLERİN KALDIRILMIŞ OLMASI;
• YASAMA, YÜRÜTME VE YARGI ERKLERİNİN BİRBİRLERİNE KARŞI TAM BAĞIMSIZ BİÇİMDE ÇALIŞIYOR OLMASI;
Kısacası, ülkede bütün kural ve kurumlarıyla işleyen eksiksiz bir demokratik düzenin varlığı gerekir.
Bu koşulların bulunmadığı ülkelerde “katılım”, genellikle evrensel hukuka aykırı, bilimsel gerçeklere ters uygulamalarına ve özlemlerine halkı ortak etmek -kendilerine suç ortağı bulmak- için iktidarların kullandıkları bir araç işlevi görür.
Örneğin, 1987 yılında Türkiye’de bir “utanç referandumu” yaşandı. Faşist cuntanın Anayasaya koyduğu hükümlerle siyasi hakları ellerinden alınan insanlara bu hakların geri verilip verilmemesi halka soruldu. Zamanın iktidarı, haktan, hukuktan, adaletten, demokrasiden yana olduğunu söylüyordu ama cuntanın kararının sürmesinden yanaydı ve hakların geri verilmesini istemiyordu.
Neyse ki, kıl payı farkla, karar hakların iadesi yönünde çıktı. Çıkmayabilirdi de. Ya öyle olsaydı?
Bu halka sorulacak bir konu mudur?
Demokratik gelenekleri yerleşmiş ülkelerde, günümüzün evrensel hukukuna uygun, bilimsel geçerliliği kanıtlanmış, uzmanlık ve birikim gerektiren konularda yönetimler doğrudan karar alıp uygularlar. Kimse bunları bir de halka soralım demez. Kamu yönetiminin her işlemi gibi bunlar da bağımsız yargının denetimine açıktır.
Bir de “ortak akıl” konusu var.
TDK Sözlüğü aklı, “düşünme, anlama ve kavrama gücü” biçiminde tanımlıyor.
Bu güçleri birbirine yakın olmayanlar arasında ortaklık kurmaya kalktığınızda ortay nasıl bir şey çıkar hiç düşündünüz mü?
Ortak akıldan söz edenler, akıl ortaklığının, düşünme, anlama ve kavrama güçleri birbirine denk insanlar arasında kurulmasını öneriyorlarsa, buna söylenecek bir şey yok kuşkusuz ama bu denklik nasıl belirlenecektir? İnsanlar sınavdan mı geçirilecek?
“Ortak akıl”, aklı çeşitli düzeyde insanlardan oluşan geniş halk yığınları arasında gerçekleşemez.
Belli başlıklar altında sunulan ve ayrıntılarıyla açıklanan / anlatılan / tartışılan öneriler üzerinde halk yığınları arasında ancak uzlaşma sağlanabilir. Aslında “ortak akıl”cıların söylemek istedikleri de sanırım budur ama “uzlaşma”, ortak akıl kavramı kadar fiyakalı olmadığı için çok fazla kullanılmıyor.
Demek ki, birtakım sözcüklerin yaşamdaki karşılıkları, tek başına taşıdıkları anlam yüklerinden ve bizde canlandırdığı olumlu duygulardan çok daha önemlidir. Sözcüklerin büyüsü, bu tür söylemleri, söylem sahiplerini ve söylemdeki niyetin önünü /arkasını sorgulamamızı engellememelidir.