12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden tam 45 yıl geçti. Ancak bu karanlık sayfa, sadece siyasi tarihe değil, toplumun hafızasına da silinmez izler bıraktı. İdamlar, işkenceler, insan hakları ihlalleri… Ve en önemlisi, Türkiye’nin bugün hâlâ etkilerini yaşadığı “yeşil kuşak” eksenli siyasal İslam düzeni.

Ben de o dönemde bu karanlık günlerin tanıklarından biriydim. Günaydın Gazetesi’nde çalışıyordum. Habercilik alışkanlıklarımızı kökten değiştiren bir dönemdi.

Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan arka arkaya bildiriler geliyor, yayın yasaklarıyla gazetecilik neredeyse imkânsız hale geliyordu. Haberi nasıl yazacağımızı, hangi başlığı atacağımızı bile bilemez hale gelmiştik.

En büyük sıkıntımız, gece mesaileri sonrası eve nasıl döneceğimizdi. Daha önce sıkıyönetim vardı ama sokağa çıkma yasağı yoktu. 12 Eylül yönetimi ise gece 23.00’ten sonra yasağı getirdi. Ankara sokakları akşam 20.00’de bomboş kalıyordu. Hayat durma noktasına gelmişti.

Gazeteciler olarak çoğu zaman sabah 06.30’a kadar iş yerinde beklemek zorunda kalıyorduk. Sonradan bize “izin belgeleri” verildi ama o bile çoğu kez işe yaramadı.

O Unutulmaz Gece

Bir gece, işimizi bitirip eve dönmek üzere servis aracına bindik. Radyoevi önünde askerler durdurdu. Hepimizi indirdiler, kimliklerimizi tek tek kontrol ettiler. 20-25 dakika süren bu prosedür Meclis önünde tekrarlandı. Çankaya Köşkü’ne yaklaştığımızda yine durdurulduk ve yine aynı manzara.

Orada görevli bir başçavuşa, “Komutanım biz gazeteciyiz, izin belgelerimiz var. İki kez kontrolden geçtik, artık evimize gitmemize izin verin” dedim.

Başçavuş önce mesleğimizi sordu. “Basın mensubuyuz” yanıtını alınca, öfkeyle şu karşılığı verdi:

“BASARIM LAN BASINA! İnin aşağı. Ben bir haftadır evime gidemiyorum.”

“Evine gitmemene biz mi neden olduk?” diyecektim ama sustum. Çünkü susturulmanın ne demek olduğunu hepimiz çok iyi biliyorduk.

Yaşadıklarım belki önemsiz bir ayrıntıydı. Ancak bu, askeri yönetimin acımasız yüzünün habercisiydi. Günler sonra başlayan baskınlar, gözaltılar, tutuklamalar ve idamlar, tarihe kara bir leke olarak kazındı.

Gazetede Polis- Adliye Muhabirliği yapan arkadaşların, Emniyette ve Sıkıyönetim Komutanlığında şahit olduklarını anlattıklarında kanımız donuyordu.

12 Eylül 1980 Darbesinde kaç kişi öldürüldüğü halen tartışılıyor. Sıkıyönetim Mahkemeleri 7 bin kişinin idamını istedi fakat sadece 48’i idam edilmiştir. Bunun yanında cezaevlerinde yaklaşık 300 kişi hayatını kaybederken bu sayının 171’i işkence sonucu hayatını kaybettiği ortaya çıktı.

Antidemokratik uygulamalarına her gün yenisini ekleyen darbeciler, acısı yıllarca hafızalardan silinmeyecek idam kararlarına da imza attı.

Darbe sonrası kurulan mahkemeler, yüzlerce kişiyi idamla yargıladı. Takvimler 9 Ekim 1980'i gösterdiğinde sol görüşlü Necdet Adalı ile ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu idam edildi.

Darbe öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen 17 yaşındaki Erdal Eren'e de idam cezası verildi. Eren'in idam hükmü, Yargıtay tarafından 2 kez iptal edilmesine rağmen Milli Güvenlik Konseyince onaylanan kararla ve yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980'de Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde infaz edildi.

Kenan Evren'in Eren için söylediği "Asmayalım da besleyelim mi?" ifadesi, darbecilerin insan hakları ihlali konusunda sınır tanımadığının itirafı oldu.

Kanlı uygulamaların yanı sıra demokrasinin askıya alındığı süreçte 650 bin kişi gözaltına alındı, 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 binden fazla kişi hakkında idam talep edildi.

Hukukun askıya alındığı o günlerde 517 kişi ölüm cezasına çarptırıldı ve 50 kişi hakkında idam kararı yerine getirildi.

Onlarca gazeteci hakkında binlerce yıla varan hapis cezası istendi, 14 bin kişi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı, 30 bin kişi ise "sakıncalı" olduğu iddiasıyla işinden edildi. 4 bine yakın öğretmen ve çok sayıda üniversite görevlisinin işine son verildi.

Kültür ve sanat hayatının da hedef alındığı 12 Eylül'de, yaklaşık bin film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.

12 Eylül, sadece bir darbe değil, demokrasinin, özgürlüklerin ve insan onurunun sistematik olarak ayaklar altına alındığı bir dönemdi. O günlerin acısı, yalnızca idam edilenlerde, işkence görenlerde değil, hepimizin belleğinde hâlâ capcanlı.

.