Eskiden diye başlayan ama her şeyi eskitenlere atfen…

Geçenlerde bir arkadaşımla karşılaştık. Şuradan buradan konuşurken montuma baktı: 

“Bu montu bir türlü eskitemedin gitti, yenisini almayı düşünmüyor musun?” dedi. Gülümsedim. Rengini de seviyorum, rahatta, herhangi bir yerinde defo oluşuncaya kadar da giymeyi düşünüyorum dedim. “Bu eski kafalı adamlar,” dedi gülümseyerek. Oysa aramızda yaş farkı yoktu, belki de ben ondan bir iki yaş büyüktüm. 

Montu, oğlum almış, çok kısa bir süre giymişti, rengini çok beğenmiştim. Güzelmiş oğlum, güle güle giy, sırtında eskisin,” dediğimde: “Aldım ama bana birazcık büyük geldi, istersen sana verip ben yenisini alayım dedi.”

Anladım bana vermek için gerekçe üretmişti, niyetini anladım dercesine gülümsedim, o da gülümsedi, anlaştık dercesine.

 “Geniş filan değil, gayet de güzel olmuş, yakışmış, güle güle giy,” dedim.

Benden habersiz, bir yerlere bakmış aynısını bulamamış, bana giy diye armağan etmişti. 

Bunu da arkadaşımla paylaşınca, gülümsedi: “Giysiden hediye mi olur, “dedi. 

“Anlayış farkı,” dedim, gülümsedim, konu benim tarafımdan kapanmıştı.

Hiçbir konuda her şeyi eskitip atma taraftarı olmadım. Bu hayatımdaki insanlar için de giysilerim için de hatta bana verilen armağanlar için de böyle oldu. Özellikle, verilen armağanları gözüm gibi sakladım/saklarım, koşullar ne olursa olsun, sahip çıkar, değer veririm. Hiç eskimesin, yıpranmasın isterim. Çünkü; armağan verildiği andaki manevi duyguyla kıymetlidir, o duyguyla bakar, saklar, üzerimde taşırım. 

Arkadaşımla, aramızda bu konuşma geçtikten birkaç gün sonra, TMMOB salonunda, Gülten Akın belgeselini izledim. Belgeselde, Gülten Akın’ın, bir ömre sığmayacak kadar çok yaşam öyküsünü, şiirlerini, verdiği mücadeleleri anlatırken bir şey dikkatimi çekti. O kadar sanata ve insana dair anının arasında dikkatimi çekmesinin nedeni belki de birkaç gün önce arkadaşımla konuştuğumuz mont konusuydu.

Belgeselde; Gülten Akın’ın, otuz, kırk yıl aynı pardösüyü giydiğinden söz ediliyordu. Ekonomik nedenlerden dolayı da olabilir ama bana göre, Akın’ın, sosyalist kimliğinden dolayı, pardösüsünü eskimeden çöpe atıp, yenisini almak gibi bir anlayışının ve düşüncesinin olmayışıydı.

Günümüzde her şey nasılda eskiyor/eskitiliyor, kıymeti bilinmiyor! Buna belki dostlukları da dahil edebiliriz.

Kapitalizmin, ülkemize, kentlerimize, salonlarımıza, odalarımıza hatta yatak odalarımıza, beynimizin tüm kıvrımlarına kadar girdiği bir çağda, günlük kullandığımız eşyalar, arabalar, elektronik eşyalar, giysiler de yıpranmadan tüketim ekonomisi, reklamların verdiği “gazla” çabucak çöp olmuyor mu? Her köşe başında sözüm ona, eski giysi, ayakkabı vb. kutuları da bunun bir göstergesi değil mi?

Salonlarımızda; 35 inç, 50 inç, televizyonlarda izlediğimiz gerçek hayatın dizilerinden, filmlerinden, yarışmalardan, kültür, sanat, eğitim programlarından nerelere geldik… 

Hem gösterilende programlar hem de gösteren televizyonlarda devrim yaparak dev ekranlara, izlediğimiz dizilerde, üç beş günde eskiyen aşklar, bir gecelik sevgililer, yatlar, katlar setin insanın başını döndüren ışıkları altında boğulup kalan ve setin dışına çıkamayan, şatafatlı hayatlar, yakışıklı zengin erkekler, güzel, alımlı kadınlar (Paraya karşılık, güzellik) da bu tüketim ekonomisine dahil değil mi?

Her fırsatta sözü “eskiden” diye, ahlarla, vahlarla andığımız eskilere getirirken, o güzellikleri eskitenler de bizler değil miyiz?

Geçenlerde sevgili dostum, abim yazar, Ali Rıza Orman’ın sosyal medyada paylaştığı bir yazı dikkatimi çekti. 

Yazıda şöyle diyordu:    “Kendisi olmayı beceremeyen insan, ideoloji ya da inanç, başka birine, ideolojiye ya da inanca karşı durarak kendini var etmeye çalışır. Karşı durduğu şey değiştikçe kendi değerleri de değişir. Karşı durarak var olmaya çalışmak en ilkel akıl yürütme yöntemidir ve insanı gerçeğe götürmez. Oysa temel güç kendisi olmayı başarmakta gizlidir.”

Günümüzde, tanık olduğumuz o kadar çok örnek var ki bu konuda. Gerek politik gerekse sosyal yaşamda bugün dediğini yarınki dediğin tutmayan, bir olayla ilgili başkası yaptığında yanlış olduğunu gören, eleştiren, ancak aynı konuyu kendisi yaptığında gerekçeler yaratarak savunmaya geçen insanlara tanık oldukça aklımız şaşmıyor mu? 

Kendimizi keşfetmeden, medya fenomenlerinin söyledikleri, bize kişilik biçtikleri yaşamların, değerlendir/me/melerin peşine takılıp gitmiyor muyuz? 

Görgü, gelenek, medeniyet, insan ilişkileri, cinsellik, aşk, olaylara bakış daha onlarca sayabileceğimiz “insan ilişkilerini” sosyal medya yönetmiyor mu?

Gençlerimiz, yaşam koçlarının, genelleme yaparak yaptığı uyarıları, açıklamaları, önerileri onların şahsına söylenmiş söz gibi özellikle aşk ve evlilik yaşamlarında eylem kılavuzu olarak kabul etmiyorlar mı?

Neresinden tutsak elimizde kalan bir anlayışın içinde, körün fili tarifi yaptığı gibi elimizle tuttuğumuz yerden tarif yapmasak. Olaylara, insanlara ve kendimize bakıp empati/duygudaşlık yapıp objektif değerlendirme yapsak, dilimize pelesenk ettiğimiz adaletli, demokratik, insan haklarına saygılı yaşamayı kendimizden başlayarak hayata geçirmiş olsak daha güzel, yaşanabilir bir dünyanın oluşumunda az da olsa, okyanusta bir damla olsak…

Ne dersiniz!..