Türkiye’nin gündemi yine “meşruiyet”. Kimileri sandığı işaret ediyor, kimileri dışarıdan verilen fotoğraf ve açıklamaları. Ama en basit sorudan kaçıyoruz.
Bir ülkede milyonlarca çocuk yatağa aç giriyorsa, o iktidarın kendisi ve yaşanan sorgulanamaz mı?
Bu soru durup dururken aklımıza gelmiyor tabi ki.
Dünya Bankası ile TÜİK’in hazırladığı son rapor tokat gibi yüzümüze çarpıyor. 7 milyonun üzerinde çocuk açlık sınırında yaşıyor. 6,7 milyon çocuk günde bir öğün bile et, balık, yumurta yiyemiyor. 2,5 milyon çocuğun ayağında ayakkabı yok. 5,5 milyon çocuk hayatında oyuncak görmemiş. Bu verileri biz uydurmuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi İstatistik Kurumu verileri. İşçi ve emeklilerin çoğunun verilerine güvenmediği ve itiraz ettiği kurumun açıklaması.
Bu tablo, Avrupa’daki birçok ülke nüfusundan daha büyük bir çocuk kitlesini kapsıyor.
Bir yandan “nüfus artış hızımız düşüyor, daha çok çocuk yapın” çağrıları yapılıyor. Öte yandan var olan çocukların önemli bir bölümü okulda değil, işyerlerinde. Bugün Türkiye’de 700 bini aşkın çocuk işçi bulunuyor. Daha doğmamış çocukların sayısını artırma çağrısı yapılırken, doğmuş olanların hakkı ve geleceği yok sayılıyor.
Sofra ile sandık arasındaki uçurum
Eylül 2025 itibarıyla resmi enflasyon %28,5. Çarşı-pazar bundan çok daha yüksek. Asgari ücret, Ağustos ayında açıklanan açlık sınırının bile altında kaldı. Genç işsizlik %20’leri aşmış durumda. Üniversite bitiren gençlerin yarısı ya işsiz ya da güvencesiz işlerde çalışıyor. Günün endüstriyel ilişkiler koşullarına göre yetişmiş beşeri sermaye, sanayi ilişkisi kopmuş durumda. Halkın mutfağında kaynamayan tencere, siyasetin “büyüme” masalını gölgeliyor.
11 milyon çocuk tatil hayali bile kuramıyor. 14 milyon çocuk spor yapamıyor. Beşerî sermaye bu kadar yoksullaşırken, halkın gündelik hayatın yansımayan “kalkınma” kelimesi içi boş bir slogandan ibaret kalıyor.
Güvenlikçi politikalar, Sofradan alınan lokma olarak yansıyor
Tam da bu ortamda muhalefet, “sandık” talebini yükseltiyor ve 1 Ekim’de Meclis açılışına katılmayacağını açıklıyor. Bu, içeride meşruiyet kaybının işareti.
İktidar ise gözünü başka yere çeviriyor. Savunma sanayii. Tanklar, İHA’lar, savaş uçakları… Her yeni fabrikanın açılışında milli gurur vurgusu yapılıyor. Oysa çelişki ortada. Bir İHA’nın maliyetiyle yüz binlerce çocuğun okul beslenme programı karşılanabilir. Bir savaş uçağına ayrılan bütçeyle bütün köy okulları yeniden açılabilir.
Bugün güvenlikçi politikalar ve devasa savunma projeleri, halkın sofrasından eksilen lokma anlamına geliyor. “Milli güvenlik” adına yapılan her yatırım, aslında çocukların karnında bir boşluk olarak geri dönüyor. Silah sanayiinde övünülen milyarlarca dolarlık bütçe, halka doğrudan yansımıyor; aksine halktan kesiliyor. Son ABD gezisinde basına yansıyan ifadelerden ortaya çıktı ki, ürettiğimiz uçakların motorlarının lisanslarını ABD vermeyince uçak üretemez hale gelmişiz. Bu da öğündüğümüz savaş sanayi politikalarında konuşulması gereken bir başka durum.
Dış destek açlığı doyurmaz
ABD Başkanı’nın iktidara “meşruiyet kazandıran” sözleri bu tabloda vitrine konuluyor. Ama şu sorunun cevabı hâlâ verilmedi. Dışarıdan gelen biraz sıcak para, bir takım ticari ilişkiler yoluyla sağlanan fayda, ne yapılacağı bilinmeyen sözler gibi her onay, içeride aç kalan çocuğun rızasını telafi edebilir mi?
Siyaset biliminin basit bir gerçeği var. Meşruiyet halkın rızasından doğar. O rıza da tok karından, güvenceli gelecekten, adil düzenden, demokratik tutumdan beslenir.
Kısacası, bir çocuk yatağa aç giriyorsa, siyaset ne kadar oy alırsa alsın, hangi liderle fotoğraf çektirirse çektirsin, hangi silah fabrikasının kurdelesini keserse kessin, gerçek meşruiyetini kaybetmiştir.
Çünkü meşruiyet sadece dışarıda değil, halkın rızası yoluyla sandıkta ve sofrada demokratik tutumda aranmalıdır.