2025 yılı itibariyle atanamadığı için yaşamına son veren 34 genç öğretmen.
Evet, rakamla otuz dört.
Ama bu sadece bir sayı değil…
otuz dört ayrı can,
otuz dört evlat,
otuz dört umut,
otuz dört gelecek,
otuz dört ailenin kara yası demek.
Her biri yıllarını ders çalışarak, sınavlara girerek, umut ederek geçirdi. Her biri, bir gün çocuklara dokunabilmenin, bir sınıfa girip “Ben öğretmeninizim” diyebilmenin hayalini kurdu.
Ve o hayalin peşinden, ailesinin tırnaklarıyla kazıyarak okuttuğu evlatlar, sıralarda dirsek çürüttü. Analar, babalar, bazen yemeyip yedirdi, giymeyip giydirdi. Çocuklarının geleceği için kendi hayallerinden bile vazgeçti.
Çünkü bir tek dilekleri vardı:
“Evladım okusun, bir mesleği olsun, devletine millete faydalı bir insan olsun.”
Ama olmadı.
Çünkü bu ülkede hayal kurmak, artık en tehlikeli eylemlerden biri.
Çünkü bu ülkede emek değil, torpil makbul. Dürüstlük değil, sahtecilik ödüllendiriliyor.
Çünkü burada emek kutsal değil, torpil güçlü.
Alın teri değil, tanıdık önemli.
Dürüstlük cezalandırılıyor, sahtekarlık ödüllendiriliyor.
Adalet terazisi değil, ilişkiler dengeliyor hayatları.
Diploması sahte olanlar, sıranın önüne geçiyor.
“Tanıdık” olan, mülakatı geçiyor. Sırtını birine dayamayan, bilgiyle yol yürüyen, hakkıyla sınav kazananlar ise mezara uğurlanıyor.
Bugün o mezarlarda, sadece bedenler değil, gelecekler, öğrenciler, öksüz kalan sınıflar, karalanmamış tahtalar, yapılamamış sınavlar, sevgi dolu yürekler yatıyor.
Çünkü o gençler sadece kendileri için okumadı… Her biri bir çocuğun ışığı, bir okulun umudu, bir ülkenin yarınıydı.
Ama seslerini kimse duymadı.
Çığlıkları duvara çarpıp geri döndü, yok sayıldılar.
İsyan edecek takatleri kalmadığında…
Çocukluk hayallerini, gençlik umutlarını, ailelerini ve yıllarca tuttukları kalemlerini usulca yere bıraktılar.
Ama bazıları…
Kalemlerini sadece bırakmadı, kırdılar.
Çünkü o kalemler artık ne atanacakları bir sınıfı, ne bir öğrenci notu, ne bir sınav kağıdına atacakları imza, ne de yazacakları bir geleceği gösteriyordu.
Ve onlar, tüm ülkeye sessiz bir ders verir gibi sessizce gittiler.
Ardında ne mi kaldı?
Evlat mezarı sulayan anneler…
Her bayram baş ucuna çiçek bırakan babalar…
Buz gibi taşlara sarılarak ağlayan kardeşler…
Ve “Seninle gurur duyuyorum ama sensiz yaşayamıyorum” diyen nişanlılar, eşler, arkadaşlar…
Ve soruyor şimdi o insanlar:
“Biz evladımızı bu devlet için mi büyüttük?”
“Hak ettiği mesleği yapamadı, peki sahte diploma ile göreve başlayanlar nasıl görev yapıyor?”
“Bu mu adalet, bu mu liyakat?”
Haya utandı, sustu.
Çünkü utanması gerekenler ekranlarda alkışlanıyor.
Çünkü hakkını arayanlar dışlanıyor, susanlar ödüllendiriliyor.
Çünkü bu ülkede terbiyeli olmak, artık eziklik sayılıyor.
Çünkü artık utanmazlık normalleşti.
Ve biz, mezar taşlarında “hak yendi” yazan bir neslin ardından sadece bakakalıyoruz.
Ama mesele sadece öğretmenlik değil.
Bu, bir ülkenin vicdan meselesi.
Bu, geleceğini toprağa gömen bir halkın çığlığı.
Bu, emekle büyütülen, umutla okula gönderilen, alın teriyle mezara düşen çocukların öyküsü.
Bugün, atanamadığı için yaşamına son vermeden önce jandarmayı arayıp “Ailem sorumlu değil” diyerek arkasında bir feryat bırakan Emine Sarıaydın… Yalnızca o değil… Onun gibi nice genç kadın, nice genç erkek, hayalleriyle birlikte toprağa verildi. Kimi öğretmen olmak istemişti, kimi hemşire, kimi mühendis… Ama onların yolculuğu bir yemin töreniyle değil, bir mezar taşının başında son buldu. Peki ama, gerçekten kimdi sorumlu? O mezar taşlarına kazınan sadece isimler mi, yoksa göz göre göre susturulan hayatların vebalini taşıyan bir düzen mi?
Ve anneler, babalar artık ölmeden gömülüyor bu ülkede.
Evladını toprağa veren bir annenin gözyaşı, diplomalı bir sahtekarın sahte gülüşünden daha gerçek. Ama seslerini duyuran yok.
Çünkü bu ülkede birilerinin sahte mutluluğu, binlerin gerçek acısından daha çok yer buluyor.
Peki, daha kaç genç toprağa düşecek?
Kaç ana “evladım okumasa da yaşasaydı” diyeceği güne kadar biz susacağız?
Artık yeter.
Çünkü bu gençlerin mezarına sadece bedenleri değil, bir ülkenin onuru, emeği, liyakati, geleceği de gömülüyor. Çünkü torpil kazanırken, adalet her geçen gün can veriyor.
Çünkü susarsak, utanması gerekenler daha da arsızlaşıyor. Çünkü bu sadece atama meselesi değil. Bu, gençliğin tükenmesi, toplumun çürümesi, adaletin mezara gömülmesidir.
Artık daha fazla genci toprağa değil, hayata kazandırmak zorundayız. Eğer bir toplum kendi evlatlarını koruyamıyorsa, hiçbir gelecek inşa edemez.
Artık yeter,
Bu, senin de çocuğunun, kardeşinin, komşunun, öğrencinin hikayesi olabilir.
Bu, bizim hikayemiz. Ve bu hikayeyi artık değiştirmek zorundayız.
SONSÖZ
Bir öğretmeni yalnızca sınıfına değil, toprağa da atayan bir sistemde, kimse masum değildir.
Sustuğumuz her gün, bir genç daha hayattan vazgeçiyor.
Ve biz…
O çocukların mezar taşlarına bakarak, hala “atanma listeleri”ni konuşuyoruz.