Ali Fuat Karaöz dostumun kitaplarını okudum, sayfama taşımak istedim ancak öylesine bir otobiyografi yazmış göndermiş ki...

Ali Fuat Karaöz dostumun kitaplarını okudum, sayfama taşımak istedim ancak öylesine bir otobiyografi yazmış göndermiş ki hiçbir yerini kırpmaya kıyamadım, gazetedeki köşemin de sınırlı olması nedeniyle üst yazı yazmak yerine Dostum Karaöz’e teşekkür etmekle yetineceğim. Yolun açık okuyanın çok olsun güzel dostum….

Yazar Ali Fuat Karaöz; 1960 yılında Hatay Erzin’de doğdu. 1978’de Adana Motor Teknik Lisesini, 1982 yılında Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulunu (Gazi Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi) bitirdi.

Cunta yıllarında sakıncalı sayıldığı için göreve başlatılmadı, on yıl sonra mahkeme kararı ile mesleğine dönmeye hak kazandıysa da başladığı gün istifa etti. Manevi tazminat davası açtı, kaybetti. Sakıncalı yıllarında mesleğinden başka pek çok iş denedi, uzun süre teknik çeviri ve katalog yazım işleriyle uğraştı. Emekli oldu.

Öykü ve makaleleri; ortak öykü kitaplarının yanı sıra Dünyanın Öyküsü, Güney Sanat, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Berfin Bahar, Çağdaş Yaşam, İzmir İzmir, Kültür-Sen Edebiyat İşliği, Kurşun Kalem, Gezite, Siyasol, Emeğin Sanatı, Pirtük ü Weje, Ekin Sanat, Yeşil Sol Gündem, Tmolos Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Almanyalılar gibi çeşitli dergilerinde ve internet sitelerinde yayınlandı.

Cinayetleri Gördük ve Solgun Yüz adlı romanları ile Adım Deniz, Adım Mahir, Adım İbo, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Charles Bukowski, Frida Kahlo, Albert Einstein, Nikola Tesla, Mustafa Kemal Atatürk, Elon Musk, Stephen Hawking, Sigmund Freud, Steve Jobs ve Ömer Hayyam adlı biyografik kitapları yayınlandı. Cinayetleri Gördük adlı kitabı Kenan Evren Davasında müdahil dilekçe eki olarak verildi, ancak başvuru kabul edilmedi.

İzmir’de yaşıyor, evli ve bir kızı var.

Ali Fuat Karaöz Otobiyografisi

Soğuk bir kış gününde toprak kerpiçli, çatısı kiremitli bir evde doğmuşum. Doğduğum odanın kullanıldığı zamanları zar zor hatırlarım. Köşesinde toprak bacalı bir ocak vardı. Ocak hem ısınmak hem de yemek pişirmek için kullanılır, karşısındaki döşeklerde yatılırdı. Dut ağacının biraz ötesindeydi ev, dibinde irice bir zakkum ağacı yaşardı, asıl büyük taş evle yarenlik ederdi sessiz sakin.

Çocukluğumun erken döneminde elektrik yoktu çoğu evde, ilk defa caddedeki elektrik direklerinde gördüm geceyi aydınlatan ampulleri. Bu yüzden çoğu kadın bazen Gavurdağından ya da ovadaki makiliklerden çalı çırpı toplar, şelek yapar, sırtına yükleyip kilometrelerce taşırdı ev işlerinde kullanmak için. İşte böyle bir yolculuk, son yolculuğum olmuş. Anam şeleği evin önüne attıktan birkaç saat sonra ben doğmuşum.

Doğumdan sonra asıl eve almışlar beni. O ev hala durur, yanardağ artığı iri Leçe taşlarından yapılmış, kalın duvarların içi kışın sıcak, yazın öyle serin olur ki. Önünde bir mahallenin çocuklarını doyuracak kadar bereketli, iki iri dut ağacını saran Şam üzümleri vardı bir zamanlar, çok eskiden bir tabur kâtibininmiş, ortasında büyük, taştan bir konak varmış. O bahçe çocukluğumda ne muhteşemdi öyle. İnciri, üzümü, narı, ayvası ve portakal ağaçları ile cümle kuşlara ev sahipliği yapardı. Kuşlardan ilk terk edeni bülbüller oldu. Tıpkı ben doğmadan kısa süre önce yitip giden tilki ve çakallar gibi.

Biraz büyüğümde tüm yolların kenarında su arkları olduğunu sanırdım. Bir de bu arklarda oflaya puflaya saatlerce elindeki tokaç ile küllü suda döverek çamaşır yıkayan yorgun kadınların çalıştığını. Komşulardan birini unutamam, dedem yaşındaydı, ak saçlı, yorgun yüzlü, sevimli bir ihtiyardı. Evinin önüne, yol kenarına oturur, sırtını duvara dayar, elindeki uzun çubukla toprağı eşeler, dalgın dalgın düşünürdü saatlerce. O öldükten çok sonra öğrendim onun aslında bir Ermeni olduğunu. Tehcir zamanında Türk komşusuna emanet bırakılan çocuklardan biriymiş, kim bilir ne hayaller kurmuştur göç yollarında yitip giden ana babasını beklerken.

Ne güzel zamanlardı, gürültüsüz, makinesiz, bahçeler arasında geçen çocukluğum; bazen sırf heyecan olsun diye incir üzüm çaldığımız o günler. Çalmak deyince ağaçlara zarar vermeden bahçeden bir şeyler alanlara göz hakkı diyerek çoğu insan laf etmezdi oralarda. Ama çocukluk…

Babam çok dindardı, öyle ki, bana hoca çocuğu derlerdi. Hatta ilkokulda sınıfta öğretmenim din dersinde örnek olsun diye namaz kıldırtmıştı alay ederek. Bu yüzden namaz kılmayı utanılacak, ayıp bir şeymiş gibi düşündüm uzun süre.

On birinde ilkokulu bitirdim. Talih bu ya, dönemin cuntası İmam Hatiplerin orta kısmını kapattı o yıl. Beni mecburen ortaokula gönderdiler. İşte tam da o sıralarda Deniz Gezmiş diye bir heyuladan bahsederdi radyolar, büyükler. Ne olduğunu doğru dürüst kimse anlatmazdı. “Deniz mi gezmiş, hangi denizleri gezmiş?” derdik, ilk efsane olduğu zamanlarda. Atılmış, yırtık bir gazeteden haberi okuyup ağlayarak öğretmene gösteren bir arkadaştan duyduk idamları. Henüz komünist kelimesinin içimizi titretmediği, ağza alınmasının günah olmadığı yaştaydık o çağda.

On dördünde ortaokulu bitirince bizim evde kıyamet koptu, hangi okula gidecektim. Babam İmam Hatip Okuluna kaydımı yaptırdı ama ağabeyim karşı çıktı, sonradan lise öğretmenim olan akrabamla. Bu tatlı sert muhalefetin etkisi ile Motor Sanatlı oldum, artık Adana’daydım.

Kavganın şehri Adana’da 1970’lerin ikinci yarısında su katılmamış küçük çapta bir iç savaş ortamı vardı. Cenaze törenlerinde yeni cenazeler çıkardı, o çağda öğrendim ağız dolusu gülmesini, ağlamasını, Adana usulü din, Allah, kitap küfretmesini…

On dördümde ev özlemi çektim.

On altısında Küçük Saat meydanında kitaplarıyla birlikte yakılan seyyar kitap satıcısının hazin sonu beynime kazındı.

On yedisinde yurt odasında baskın yeme tehlikesine karşı önlem aldım arkadaşlarımla, bir romanı okuyacağım diye yurdu ve okulu birbirine kattım.

On sekizinde yurdun seçimle gelen ilk öğrenci temsilcilerinden biri oldum, seçim anında hileyi suçüstü yakaladığımızda nasıl da bir curcuna kopmuştu.

On sekizinde tanıdım o güzel yürekli şairi. Ölümünün arifesinde ne çok sohbet etmişti, ölüm şeklini dizelere döken, yazdığı gibi katledilen koca şair, Maraş katliamı avukatlarından Ceyhun Can ağabeyi.

On dokuzumda yolum Ankara’ya düştü, 1979 yılının karanlık, kanlı günleriydi. Kedilerin, köpeklerin bile duvar dibinden sinerek yürüdüğü zamanlarda her gün kar, kış, çamur, güneş demeden okula ulaşmak için kilometrelerce yürürdük, önümüzü kesen askerler bizi üçer beşer dağıtırdı, ama biraz ötede geri toplanırdık, aksi hali yem olmamız demekti. Doğru dürüst beceremesem de kavga da ettim dostlarımla birlikte, dayak da yedim.

Yirmisinde fakültenin önünde, Beşevler köprüsünün dibinde, yanı başımda askerler dostlarımı vurdular, tarandık, ölen arkadaşımın kanlar içindeki hali uzun yıllar gözümün önünden gitmedi, ‘yaşı yirmiydi, canımın içiydi’ diye başlayan Yunanlı ananın ağıtı içimizi yaktığı zamanlardı.

Yirmi birinde, Eylül cuntasının en karanlık zamanında idamla yargılanan bir dostumu kurtarabilmek umuduyla okul yolundaki cinayeti gördüm dedim, bu yüzden çok acılar çektim.

Yirmi ikisinde nerede olduğunu tam bilmediğim karanlık bodrumlardaki nemli, duvarları kanlı hücrede saatlerce volta attım buz tutmuş günlerde. Gördüğüm işkencelerden dolayı uzun yıllar kâbuslar gördüm, çok seneler sonra bile bazen kan ter içinde uyandırıldım.

On yıl sonra mahkeme kararıyla öğretmenlik mesleğime dönebildim, ama ilk gününde istifa ettim. Manevi tazminat davası açtım, kaybettim.

Yirmi beş yaşımı görebilir miyim, dediğim günler çok gerilerde kaldı, yaşım altmışı geçti. Anamın bu çocuğun ilk maaşından adaklar keseceğim dediği, kestiği zamanların üzerinden de çok seneler geçti, sürgün askerliğimdi o yıllar. Nasılda mutlu olmuştu anacığım, bu günleri de gördüm diye.

Sakıncalı yıllarımda çok çeşitli işler denedim, en beceriksiz olduğum işler, satış ve sigortacılık oldu, beceremedim.

Otuz dördünde gül yüzlü karımla tanıştım, âşık oldum bir kez daha, sonra dünya tatlısı bir kızım oldu, hayatım değişti iyice. Ekmeğimi kazandığım yılların son on iki yılında kitaplarla uğraştım, kataloglar yazdım, çeviriler yaptım.

Kırk beşinde anı roman yazmaya başladım, ilaç gibi geldi. Bu ilk dosyayı yirmiye yakın yayınevi geri çevirdi, dokuz yıl sonra yayınlatabildim, yayına hazır dosyalarım sırasını bekliyor, ahir ömrümde yayınlatamaz isem kızıma mirasımdır.