Bir asır geçti… Ama iktidar hırsı, adaletin terazisini hâlâ eğebiliyor.

Fransa’da 1894 yılının sonbaharında bir subay yargılandı, Alfred Dreyfus.
Suçu, Almanya’ya gizli belgeler vermekti. Ama o gerçekte yalnızca bir Yahudi’ydi — ve tam da bu yüzden suçlu bulundu.
Deliller zayıftı, mahkeme taraflıydı, ordu sessizdi. Dreyfus, ömür boyu sürgüne gönderildi.
Yıllar sonra, asıl suçlunun başka biri olduğu anlaşıldı. Fransa, bu dava yüzünden vicdanıyla hesaplaştı.
Bir yazar çıktı sahneye, Émile Zola. “Suçluyorum!” diye haykırdı.
Bu tek cümle, koca bir devleti sarsmaya yetti.
Çünkü Zola, adaleti değil vicdanı savunmuştu.
Yüzyıllar geçse de adaletin hikâyesi hep benzer, güçlüler sahnede, haklılar sanık sandalyesinde.
Bugün Türkiye’de de benzer bir tablo var.
Bir başka isim, Ekrem İmamoğlu.
CHP Genel Başkanı, Özgür Özel’in deyimi ile siyasi hırsların ve yargı tartışmalarının ortasında benzer bir sınavdan geçiyor.
Farklı çağ, farklı ülke, farklı gerekçeler… ama hikâye tanıdık.
Bir yargı süreci, bir siyasi figür, bir iktidar gölgesi.
Dreyfus’u suçlayanlar “devletin onurunu koruyoruz” demişti.
Bugün de benzer sözler duyuluyor.
Ama devletin onuru, adaletin eğrilmesinde değil, hakkın, hukukun yerini bulmasındadır.
Aradan 130 yıl geçti.Kâğıt değişti, ekranlar parladı, mahkeme salonları büyüdü.
Ama insan hırsı değişmedi.
İktidarın elindeki güç, hâlâ adaleti eğip bükebiliyor.
Oysa her dava bir sınavdır.
Yargılanan bazen bir insan değil, bir ülkenin vicdanıdır.
Fransa, Dreyfus olayından sonra kendi vicdanını onardı; laiklik, hukuk ve özgürlük yolunda ilerledi.
Türkiye ise hâlâ o eşikte bekliyor. Bir yanda korkular, öte yanda umutlar...
Ve her defasında şu soru yankılanıyor:
Adalet kimden yana olacak — güçlüden mi, haklıdan mı?
Tarihler, değişmeyen bir gerçeği fısıldıyor bize. Bir ülke, güçlü olduğu kadar adilse büyür.
Yargının tarafsızlığı, o ülkenin namusudur.
Bu yüzden, her çağda bir Zola gibi çıkmalı sahneye;
“Suçluyorum” demek için değil,“Uyan artık, vicdan!” demek için.