Ankara’nın en eski semtlerinden biri olan Altındağ’da bulunan devlet tiyatrosunda bir oyun izlemeye gitmiştim. Tiyatro çıkışı...

Ankara’nın en eski semtlerinden biri olan Altındağ’da bulunan devlet tiyatrosunda bir oyun izlemeye gitmiştim. Tiyatro çıkışı arabamla Altındağ’ın mahalle aralarında biraz gezip Aşağı Ayrancıya eve dönmek için etrafı seyrederek geçiyordum. İki çocuk gözüme çarptı, birisi tornet diğeri bisiklet sürüyordu. Arabayı durdurdum ve iki çocuğun yokuş aşağı inişlerini izlemeye başladım. Bu görüntü siyah beyaz fotoğraf karesi gibi önümde beni çok eskilere, çocukluğuma ve gençliğime bir yolculuğa çıkardı.

Yeni nesil tornet nedir bilmez. Bizim kuşağın erkek çocuklarının en çok zaman geçirdiği oyuncaklardan biriydi tornet. Tornet rulman olarak bilinen içinde demir bilyelerin olduğu tekerlek aslında.

Çocukluk dönemimizde ne scooter, kaykay, gingers, akülü araba yoktu. Tek eğlencemiz kitap okumak, sinemaya gitmek, misket oynamak, körebe, kuka, saklambaç, ip atlamak isim şehir oyunları ile zamanımızı geçirmekti.

Tornet sevdam da evimizin arkasında bulunan boş arazimizde oyunlar oynarken toprağın yüzeyine çıkmış naylon parçasını görmekle başladı. Çocukluğumda şimdiki gibi her yerde naylon bolluğu yoktu. Naylonun ucunun çıktığı toprağı tavuklar gibi eşelemeğe başladım. Eştikçe naylonun ucu derinelere doğru gitmeye başladı. Naylonun içinde ne varsa ağırca bir şeye benziyordu. Çocuk halimle naylonun etrafını iyice temizledim. Uzun zamandır toprak altında kalan naylon az da olsa yıpranmış ama hala iş görür durumdaydı. Bütün gücümle naylonun ucundan tutup çekmeye başladım. Kesin bir hazine buldum diye sevinmeye başladım. Naylonu tamamen çıkardım, içini açtım dört tane demirden tekerlek ellerimin arasında pırıl pırıl bana bakıyordu. Hemen bu dört tekerleği eve getirdim abime gösterdim. Evdekilere bunları evimizin arkasındaki arsada bulduğumu söyledim. Evdekiler elimdeki naylon torbaya ve tekerleğe bakıp umursamaz bir halde işlerine döndüler.

Abim bir süre sonra yanıma geldi ve ”Oğlum bu tornetler belki komşularındır, bir sorsak mı?” dedi. Kimseye bir şeyler sorulmadı, tornetler bana kaldı.

Daha sonraki günlerde abim bu dört demir tekerlek ile bana tornet oyuncağımı yaptı.

Yarım metre dikdörtgen bir tahta parçasının arkasına iki takoz koydu. Arkaya koyduğu bu takozların uçlarına tornetleri sabitledi. Öne koyduğu takozun boyu arkadakilerine göre uzundu. Ön tarafa küçük iki eşik sabitledi. Üzerine de uzun takoza tornetin bir tanesini tam tahtanın ortasına gelecek şekilde yerleştirdi. Uzun takozun sadece bir tarafını çivi ile sabitledi bu takoz direksiyon vazifesi görecekti.

Tornetimin imalatı bitmiş, yokuş bir yer bulup sürmek işi bana kalmıştı. Henüz asfaltın mahallelere gelmediği günlerde toprak, yokuş yollarda ilk gün saatlerce tornet sürme keyfini abimin sayesinde yaşadım.

Günlerce, gece gündüz tornetin üstünden inmedim. Popom bu yüzden çok ağrıdı, yara oldu. İstemeye istemeye tornetime binmeyi erteledim. Ama bu sevdam hep devam etti. Evimizin arsasında bulduğum dört tekerlek benim için bir hazine olmuştu.

Daha sonraki yıllarda biraz büyüyünce tornetimi kasalı hale getirip pazarda yük taşıma işi bile yaptım. Pazarda çok alışveriş yapanlar ya hamal ya da torneti olanlara yüklerini taşıtıyordu. Tornetler inanılmaz süslü ve gösterişli, rengârenkti. Bu işte para kazanmaya bile başlamıştım.

Bizim şansımız şimdi gelişen teknoloji yanında o zaman radyodan başka hiçbir teknolojiyi bilmemekti. Bu yüzden hep bir şeyler yaratmak. Kendimize yetmek zorundaydık. Oyunlar bulmak. Doğada olmak. Arkadaşlık yapmak. Okumak. Açık hava sinemalarına gitmek en büyük eğlencemizdi.

Yıllar sonra oğluma ben de yeniden bir tornet yapıp onun da bu zevki tatmasını sağladım. Ama oğlum tornetini benim gibi toprak yolda değil asfaltta hep sürdü.

BİSİKLETİM

Mahallemiz aşağısında bulunan tarlaya yaz aylarında bisikletçi gelirdi. Paramız hiçbir zaman olmadığı için bisiklete binenleri uzaktan sadece izlerdik. Benim hoşuma giden üç tekerlekli bisikletti. Korkusuzca bineceğim korunaklı olması benim için önemliydi. Ama hiç binemedim.

Her yaz bu böyle devam ederdi. Bisiklet sevdam otuz yaşında eşimin bir bileziğini satıp. Günlerce keşfine çıktığım itfaiye meydanında satılan spor bir Alman bisikletini almakla son buldu.

Ama bisiklet sürmeyi bilmiyordum. Önce satıcıya, bisikleti alacağıma dair kaparo verdim. Sonra bisiklete binmesini bilen bir arkadaşıma, bisikleti alıp eve getirmesini rica ettim. Bisikletin (gidonu)direksiyonu bozukmuş ama arkadaşım sağ olsun yine de kan ter içinde bisikletimi satıcıdan alıp bana ulaştırdı.

Mahallemizde bulunan pazar yerinde kafamı gözümü yara yara bisiklete binmeyi öğrendim.

Bisiklet sürmeyi yüzmeyi öğrenmeye benzettim. Bir anda dengede kalıp sürmeyi başarıyorsunuz. Yüzmede öyle, bir anda su üstünde kalmayı başarıyorsun.

Sonrası kolay, işin zorluğu öğrenene kadar. Ama bir de öğrenip kullanmaya başlayınca onun verdiği mutluluk bambaşka. Bugün bile bisiklet benim için ap ayrı bir tutkudur…