ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde öğrenci olduğum yıllarda, okulda “Geleceğin Kentleri” başlıklı bir sergi açılmıştı. Sergiyi hazırlayan Amerikalı mimar bir de konuşma yapmıştı.
Sergideki projelere göre geleceğin kentleri her ünitenin birbirine eklenebileceği dev kütlelerden oluşacaktı. Amerikalı mimar bunu; “örneğin bir çocuğunuz mu oldu, kaçıncı katta olursanız olun, hemen bir kapsül alacaksınız ve yeni bir oda olarak evinize ekleyeceksiniz” diye açıklıyordu.
Kentlere kuru bir mimarlık ürünü olarak yaklaşılan o sergideki projeleri ve Amerikalı mimarın anlattıklarını ne hocalarımız ne bizler ciddiye almıştık. “Bir çocuğunuz olduğunda, yeni bir kapsül alıp eve ekleyeceksiniz” diyen Amerikalı mimara laf atan bir hocamız, “ya da bir kapsül alacaksınız çocuğunuz olmayacak” diyerek, bu tasarımla dalga geçmişti.
O tasarımları neden ciddiye almamıştık? Çünkü bu yaklaşımda “insan” yoktu; onun duygu dünyası, değerleri, toplumsal yaşamı, başkalarıyla ilişkileri; çocuk yetiştirme, komşuluk ölçekleri, kent içi dolaşım hiç önemsenmemişti. İnsanı “insan” yapan özellikler umursanmadan biçimlendirilmiş bugünkü birçok kentimiz gibi, “geleceğin kentleri” adı verilen o tasarımlarla da ancak insan doğasına uymayan mutsuzluk kaynağı yerleşmeler üretilebilirlerdi.
“Kent” dediğimiz, çok sayıda insanın bir arada yaşadığı insan yerleşmeler planlanırken kabul edilen bağımsız değişkenler ve tasarımdaki yaklaşım ile orada yaşayacak olanların mutluluğu yakından ilgilidir.
Bunun en güzel örneklerini, kentlerimizin bugünlere gelebilmiş eski dokusunda görebiliriz. Eski kent dokusunda her şey gerektiği gibi ve gerektiği kadardır, çünkü o kentlerdeki hemen her düzenleme insanların gereksinimlerini karşılamak içindi. İnsan ve çevresi bir bütündü. O kentlerin organik dokusunu belirleyen bağımsız değişken insandı; onun mutluluğu, rahatı, güvenliği ve gönenciydi. Uygar ülkelerin gelişmiş kentleri hala böyledir. O nedenle geçmişten bugüne çok şey kalabilmiştir.
Bugün, sorunlar yumağı kentlerde yaşamaya mahkûm bırakılmışsak ve geleceğe aktarılmaya değer pek bir şey yaratılmıyorsa, bunun nedeni işte bu yaklaşımın terk edilmiş olmasıdır. Onu yerini, uzunca bir zamandır, kente yalnızca yapı ve yollardan oluşan bir mekân olarak bakılması almıştır; kentte yapılan hemen her düzenlemeyi araziden en çok “rant” nasıl sağlanır sorusu biçimlendirmektedir. Gerisi ayrıntıdır.
Kentlerimizin çok önemli bir bölümü oralarda yaşayanları mutlu etmiyorsa, bunun başlıca nedeni kentlerin biçimlenişinde “insanın” değil, arazi mülkiyetinin ve taşıt trafiğinin bağımsız değişken kabul edilmiş olmasıdır.
Merkezi ve yerel bütün siyasi iktidarların anlayışları aynıdır. Kentlerde ağırlıklı olarak bu işlerle uğraşılır. Hazırlanan kent planlarının, yapılan yatırımların hiçbir yerinde, “insan” olarak kendinizi bulamazsınız.
O planlarda ve uygulamalarda sahip olduğunuz arazi ya da araç kadar varsınızdır. Bunun dışındaki özelliklerinizin önemi yoktur.
Bu durumu kentin sakinleri de kaçınılmaz, doğal ve olağan görürler.
Daha da kötüsü, insanlar, dışarıdan gelmiş konuklarına, içlerine bile girmedikleri, çevresiyle uyumsuz yüksek yapıları; günlük yaşamda kentin kimi bölgelerini yayalara kapatan katlı kavşakları, yeraltına giriş çıkışlarıyla lunaparklardaki “bugi bugileri” andıran taşıt yollarını kıvançla gösterirler. Bunları, kentin gelişmişliğinin göstergesi sanırlar. Kentleri yönetenler de yarattıkları bu fiziki çevre ile övünürler.
Ama her şey değişim içinde…
İnsanlar yıllarını bu kentlerde geçirdikçe ve kentte doğmuş, büyümüş yeni kuşaklar çoğaldıkça kentlileşmiş nüfus artıyor. Kentlileşenler, dünden bugüne nelerin, nasıl ve kimler için yapıldığını, kentten beklentilerinin neden karşılanmadığını, kentsel yaşamın neden sorunlarla dolu olduğunu öğrenmeye, anlamaya çalışıyorlar.
Kentliler, uygar dünyanın gelişmiş kentlerinde insanlara sunulanlara, oralardaki kentsel yaşama özenmekle kalmıyor, onların bizde neden olmadığını da sorguluyorlar.
Kentli yeni kuşaklar çevre değerlerine çok daha duyarlı yetişiyorlar. Doğayla didişenlere hiç iyi gözle bakmıyorlar.
Önümüzdeki süreçte, insanlar var oldukça kentlerin de var olacağını ama arazi mülkiyetinin ve günümüzdeki taşıt trafiğinin sonsuza değin varlığını korumayacağını da öğreneceklerdir.
Bu süreç tamamlandığında, kent planlamanın bağımsız değişkenleri yine İNSAN VE ONUN KENTSEL YAŞAMDAKİ MUTLULUĞU olacak; geleceğin kentlerini, uçuk kaçık tasarımlarla üretilen hayali projeler değil, işte bu bilinç biçimlendirecektir.