Bazen başka bir ülkeye gidersin ve fark etmeden omuzların gevşer.
Kapılar sana doğru açılır, insanlar gözlerinin içine bakarak selam verir.
Trafikte biri durur, seni geçirir; acele etmez, öfkeyi tanımaz gibi.
Temizlik sadece sokakta değildir, bakışlarda da vardır.
Ve sen içinden dersin ki:
“Demek ki böyle de yaşanabiliyormuş.
”
Sonra valizini toplar, dönersin.
Uçağın tekerlekleri yere değdiğinde, o his de seninle iner.
Bir süre…
Bir süre sen de kapıyı tutarsın başkası için.
Trafikte durursun, yol verirsin, selamı esirgemezsin.
Kalbin taze, niyetin temizdir.
Ama işte hayat…
İnsan alışkanlık denen o ağır battaniyeyi yeniden üstüne çeker.
Yolda bir kaza görürsün mesela.
Metal bükülmüş, camlar dağılmış, zaman bir anlığına durmuş gibidir.
Kalbinin tam ortasında ince bir sızı olur.
“Ya çocukları varsa?” dersin.
“Ya evde bekleyen biri?”
Ayağın frene biraz daha yumuşak basar.
İç sesin konuşur:
“Yavaş…
Kurala uy…
Kimseye zarar verme.
Bir süre bu sesle gidersin.
Sonra yol uzar, kaza arkada kalır, hayat hızlanır.
Ve o ses…
Sessizleşir.
Asıl kayıp burada başlar.
Unuttuğumuz şey kurallar değil aslında;
Unuttuğumuz şey kalbimizin o anki hâlidir.
Oysa mesele büyük erdemler değil.
Kapıyı tutmak.
Selam vermek.
Frene bir saniye erken basmak.
Birini geçerken küfür değil, sabır seçmek.
Bunlar dünyayı kurtarmaz belki,
Ama insanı kurtarır.
Keşke kazayı gördüğümüzde hissettiğimiz o ürperti,
Yurt dışında gördüğümüz o düzen,
Bir başkasının nezaketinde içimizi ısıtan o duygu
Sürekli bizimle kalsa.
Çünkü insan iyi olmayı bilmiyor değil;
Sadece hatırlamakta zorlanıyor.
Belki de yapmamız gereken tek şey şu:
O sesi kaybetmemek.
Kazadan sonra değil, kazadan önce de yavaşlamak.
Yabancı bir ülkede değil, kendi sokağımızda da insan olmak.
Ve her sabah kendimize sessizce şunu fısıldamak:
“Bugün biraz daha nazik olacağım.
Kimse görmese bile.
İşte o zaman,
Memleket biraz daha yaşanır bir yer olur.
Önce içimizde.