Yıllar önce, bir İspanyol bankasının, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 13 ülkede yaptırdığı "Yurttaşlar ülke ve yerel sorunlara nasıl tepki veriyor" konulu araştırmada Türklerin, Japonlarla birlikte yerel ve ülke çapındaki sorunlara en az ilgi gösteren ulus olduğu anlaşılmıştı.
Araştırma sonuçlarına göre, Türklerin yüzde 62’sinin ülke sorunlarını izlediği ancak, sorunlara karşı demokratik haklarını kullanarak örgütlü tepki verenlerin oranının yalnızca yüzde 3,2’de kaldığı görülüyordu. En pasif demokratik tepkilerden birisi olan imza toplama eylemine sıcak bakanların oranı bile ancak yüzde 13,2’ye ulaşıyordu. Toplumumuzun bugün de farklı olmadığını gözlüyorum.
Bu araştırma, insanlarımızın ne denli edilgin olduğunu bir kez daha gösteriyor. Oysa hemen her ortamda ve her fırsatta yerel ya da ulusal ölçekte sorunlarını bizim kadar çok konuşan başka bir ulus olmadığını biliriz. Neredeyse hemen herkes birbirinin adeta ağlama duvarıdır.
Kimileri öyle konuşur ki, sanki ana muhalefet lideridirler. Bir tepki örgütlense, en önde yer alacaklarını sanırsınız ama sıra eyleme geldiğinde onları bulamazsınız ve ortada bir avuç kişi kaldığını görürsünüz. Bu ulusal özelliğimiz aslında yeni değildir ve Nasreddin Hoca fıkralarına bile konu olmuştur.
O nedenle Türkiye’de “kamuoyu baskısı” gibi söylemlerin aslında söylem sahiplerinin özlemini yansıtmaktan öte bir anlamı yoktur. Yerel ya da ulusal ölçekteki pek çok konuda bunun sayısız örneklerinin tanığıyızdır. Bir eski dostumun yıllar önce söylediği gibi; bizde “kamunun bir tane oyu vardır, onu da sandığa atar ve arkasını izlemez”. Kimileri oy bile kullanmaz. Sanki kendileri çok mücadele etmişler de başkaları yüzünden yenilgiye uğramışlar gibi her şeyden umutlarını kesmişlerdir.
Oysa her alandaki pek çok konuda şikayetçi olduğumuz yaşamımızı bu tepkisizliğin etkileri biçimlendiriyor.
Bu durum, ülkemizdeki yöneten / yönetilen ilişkisini, mülk sahibi / kiracı ilişkisine döndürüyor. Gerçekte “kiracı” konumunda olması gereken seçilmiş ya da atanmış yöneticiler, yönetilenlerin tepkisizliği sayesinde “mülk sahibi” davranabilmenin rahatlığını yaşıyorlar. Gerçek mülk sahibi olan yönetilenler ise tribünlerdeki kalabalıklar gibi olan biteni yalnızca izliyorlar.
Bu kadar da değil. Yönetilenler, tuhaf bir biçimde, kendi seçtikleri insanları “devlet büyüğü” olarak görüyor, gözlerinde büyütüyor; onları, kendilerinden çok daha yukarıda bir yere yerleştiriyorlar. Onların her kararına, şikâyet etseler de boyun eğiyorlar.
İnsanlarımız, sürüp giden haksızlıkları, hukuksuzlukları, adaletsizlikleri, beğenmedikleri uygulamaları görüyor ama yalnızca bunlardan yakınmakla yetiniyor; nedenlerini sorgulamıyor, yönetenleri uyaracak örgütlü ve anlamlı bir tepki vermiyorlar.
Onların tepkisizliğiyle varlığını sürdüren bu düzen, “sahte kahramanları”, “okumadan âlim, yazmadan kâtip” olanları üretiyor. Olan bitenden yalnızca yakınmakla yetinenler, kendi tepkisizlikleri ve tercihleri nedeniyle türeyen bu insanların yaşanan sorunların asıl sorumlusu olduğunu bir türlü fark edemiyorlar.
Ülkemizde yaşananlara ve kentlerimizde yapılanlara bakın; her alanda, her köşede insanlarımızın bu özelliğini (ihmal, ilgisizlik, duyarsızlık, tepkisizlik) bildiği için bulunduğu konumda keyfince davranmaktan çekinmeyen yöneticilerce alınmış, bilimsel dayanaktan yoksun, yanlış kararların sonuçlarını görürsünüz.
Ülkemizde ve kentlerimizdeki haksız, hukuksuz uygulamaları bilimsellik, deneyim, liyakat, adalet, evrensel hukuk ölçütleriyle ve nedensellik bağlamında değerlendirmek; eğriyi, doğruyu göstermek de insanların bir araya gelmeleri; örgütlenmeleri ve harekete geçmeleri için yeterli olmuyor.
Hemen her kuralın boşluklarını bulup kendine göre uyarlamanın eşsiz örneklerini veren insanlarımız, çağdaş demokrasinin temel özelliklerinden olan “birey olmayı” da bireycilikle karıştırdığından, doğrudan zararını görmediği hiçbir eğriliğe karşı kitlesel tepki geliştirmek için yan yana gelmeye yanaşmıyor. Şikâyet ettiği sorun kendisini doğrudan etkiliyorsa, ondan kurtulmanın yollarını arıyor; bulamayınca “kaderine” razı oluyor.
1800’lü yıllarda söylenen ve hiç eskimeyen, Ziya Paşa’nın, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” (insanın aynası iştir, söylemine bakılmaz. Kişinin akıl düzeyi yaptığı işte görünür) dizelerindeki olguyu umursamayan, sözü bol eylemi kıt insanlarımız, belki de Fuzuli’nin, “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil, Çektiğim âlâmı (acıyı / sıkıntıyı) bir ben, bir de Allah'ım bilir...” deyişindeki gibi, etkisi olmadığını bilse de sürekli konuşmayı, şikâyet etmeyi ve bununla yetinmeyi tercih ediyordur, kim bilir?