Merhaba Sevgili Okurlarım, 1 Mayıs… Tüm dünyada “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanan, işçilerin ve emekçilerin alın terinin, mücadelesinin, umudunun günü…

Biz ise bu anlamlı günü, ülkemizde ne yazık ki yine yasaklar, müdahaleler ve burukluk içinde geçirdik. Taksim hayaliyle yürüyenlerin karşısına barikatlar çıktı; coşkunun yerini hüzün, kutlamanın yerini engeller aldı. Oysa emek, engellenemezdi. Oysa bu gün, kutlanmayı fazlasıyla hak ediyordu.
Bu hafta sizlerle, 1 Mayıs’ın ruhuna uygun olarak, ülkemizin kanayan yaralarından birini paylaşmak istiyorum: Çocuk işçiler...
Düşünebiliyor musunuz? Daha kalemi düzgün tutamadan, okul çantasını sırtına bile geçiremeden, oyun oynaması gereken yaşta, küçük bedenleriyle ağır yükler taşıyan çocuklarımız var bu ülkede. Onlar, çocukluklarını yaşayamadılar. Çünkü yoksulluk, onları erken yaşta iş hayatının acımasızlığıyla tanıştırdı. Kimisi sanayi sitelerinde makinelerin başında, kimisi tarlalarda kavurucu güneşin altında, kimisi sokaklarda çöp toplayarak, kimisi ayakkabı boyayarak geçimini sağlıyor. Bu çocuklar sadece çalışmıyor; aynı zamanda büyük bir sorumluluğu, çoğu zaman bir ailenin tüm yükünü omuzluyor.
Ve ne yazık ki bu tablo sadece bir istatistikten ibaret değil. Türkiye’de çocuk işçilerin sayısı 2 milyonu geçmiş durumda. Daha da acı olanı, son 10 yılda 700’den fazla çocuğumuzu “iş cinayetlerinde” kaybettik. Evet, çocuk ölümleri! Bir iş kazasında değil, ihmallerin, görmezden gelmelerin, sessizliklerin içinde yitip giden hayatlar bunlar. Her biri, oynayamadığı oyunların, okuyamadığı kitapların, kuramadığı hayallerin sessiz tanığı oldu.
Üstelik yalnızca çalışmakla kalmıyorlar; yetersiz beslenme yüzünden 3 milyon çocuk kronik hastalıklarla boğuşuyor. Geleceğe umutla bakması gereken çocuklarımız, daha bugünle baş edemez hale gelmiş durumda.
Kısacası, bu ülkede çocuk olmak çok ama çok zor…
Ve biz, bu gerçeği değiştirmedikçe, 1 Mayıs’ı ne kadar kutlarsak kutlayalım, vicdanlarımızda bir boşluk kalmaya devam edecek. Çünkü gerçek bir bayram, ancak çocukların yüzü güldüğünde, emek sömürüsü sona erdiğinde ve her birey insanca koşullarda yaşama hakkına sahip olduğunda mümkün olabilir.
Bir sabah, henüz gün doğmadan sokak lambalarının solgun ışığında yürüyen minik bir silueti gördünüz mü hiç? Sırtında, yaşına ağır gelen bir çuvalla ilerleyen bir çocuğun gözlerine baktınız mı? O gözlerde ne uykusuzluk, ne yorgunluk; sadece yarım kalmış bir çocukluğun sessiz isyanı var. Türkiye’de çocuk işçi olmak, bir çocuğun hayalleriyle değil, yükleriyle büyümesi demek. Bu ülkede bazı çocuklar kalem tutmak yerine çekiç tutmayı öğreniyor; masal dinlemek yerine ustabaşının bağırışlarına kulak kesiliyor.
Türkiye’de çocuk işçiliği hâlâ kanayan bir yara. TÜİK’in verilerine göre, yüzbinlerce çocuk çalışmak zorunda kalıyor. Resmi rakamlar buzdağının sadece görünen yüzü. Çalıştıkları yerler tarlalar, atölyeler, inşaatlar, sanayi siteleri, sokaklar… Oysa çocuklar okul sıralarında olmalı, oyun parklarında koşmalı. Ama yoksulluk, eğitimsizlik, aile baskısı, göç gibi nedenlerle çocuk işçiliği nesilden nesile aktarılıyor. Ve bu döngü kırılmadıkça, her sabah yeni bir çocuk o karanlık yola giriyor.
Kimi gün hava 40 derece; çocuk pamuk tarlasında. Kimi gün kar, buz; çocuk sanayi sitesinde metal kesiyor. Daha süt dişleri dökülmeden, nasır tutuyor avuçları. Okul zilini duymuyorlar, teneffüs nedir bilmiyorlar. Oyun oynamak nedir, belki de hiç öğrenemediler. Sabah ezanıyla uyanıp, gece geç saatlere kadar çalışıyorlar. Oysa onların uykusuz geceleri değil, uykudan uyanmak istemedikleri mutlu rüyaları olmalıydı.
Bu çocuklar, başını omzunuza koyup “çok yorgunum” diyen bir büyüğe sahip olamıyor çoğu zaman. Çünkü o büyükler, onlardan yaşça büyük ama hayallerce daha küçük. Hayatın acımasızlığı bazılarına erken çöker. Çocuk yaşta büyürler; ama hiçbir zaman çocuk olamazlar. Daha sekiz yaşında “eve ekmek getirmek zorundayım” diyen bir çocukla göz göze geldiğinizde, içinizde bir şeyler paramparça olur. Ama sonra hayat devam eder, siz işinize gidersiniz, o çocuk yine kaldırımda ayakkabı boyar.
Çocuk işçiliği sadece ekonomik bir sorun değildir; bu, aynı zamanda büyük bir vicdan sorunudur. Biz ne zaman normalleştirdik çocukların çalışmasını? Ne zaman aldırmaz olduk onları taşı toprağa emanet ederken? Ne zaman alıştık bir ekmek alırken, tezgahta duran çocuğun ellerine bakmamaya?
Her çocuk, eşit doğar ama eşit büyüyemez. Kimi çocuk lunaparka gider, kimi çocuk sanayiye. Kimi çocuk karnesini gösterir ailesine, kimi çocuk yevmiye getirir. Oysa çocukluk, herkes için aynı masalda geçmeliydi. Ama gerçekler öyle değil. Türkiye’de hâlâ çocuklar, büyüklerin yükünü taşıyor. Ve o yük, yalnızca sırtlarında değil; kalplerinde, omuzlarında, geleceklerinde taşınan ağır bir miras gibi kalıyor.
Bir çocuğun emeği, bu kadar ucuz olmamalı. Onların kaybolan çocuklukları, sadece bir ekonomik kayıp değil; bir toplumsal çürümenin habercisidir. Gelecek dediğimiz şey, bugünün çocuklarında saklıysa; bu çocuklara bakmadan geleceğimizi inşa edemeyiz. Çocukları korumak, sadece devletin değil, hepimizin görevi. Her çocuğun eğitim alması, sağlıklı bir ortamda büyümesi, hayal kurabilmesi bir lüks değil; temel bir haktır.
Biz bu ülkeyi, çocukların neşe içinde büyüyebileceği bir yer haline getirebiliriz. Bu mümkün. Ama önce görmek zorundayız. Görmek, duymak, hissetmek ve harekete geçmek. Bir çocuğu çalışırken gördüğümüzde başımızı çevirmek değil, sesimizi yükseltmek zorundayız. Çünkü çocuk işçiliği bir kader değil; bir ihmalin, bir umursamazlığın, bir düzenin sonucudur.
Küçük elleriyle büyük yükler taşıyan çocuklar var bu ülkede. Onlara borçluyuz. Daha adil, daha temiz, daha çocuklara yakışır bir dünya kurmak için borçluyuz.
Ve bu borcu, sessiz kalarak ödeyemeyiz.
Çocuklar için daha adil bir dünya dileğiyle…Mutlu hafta sonları diliyorum.
Saygı ve sevgilerimle……………