Sevgili okurlarım, Bu hafta da sizlere hayatın içinden, çoğu zaman gözden kaçan, unuttuğumuz bir konuyu paylaşmak istiyorum.

Günlük koşuşturma, iş yoğunluğu, ekonomik kaygılar derken farkına varmadan hayatın küçük ama değerli anlarını kaçırıyoruz. Her sabah aynı rutinle uyanıyor, işe gidiyor, sorumluluklarımızın arasında kayboluyor ve günün sonunda kendimize “Acaba bugün gerçekten yaşadım mı?” diye soruyoruz.
Hayatın temposu öylesine hızlı ki, eskiden aileler, akrabalar bir araya gelir, yemek masaları sohbetle dolar, çocuklar parkta oynar, büyükler eski günleri yad ederdi. Şimdi ise iş yükü ve ekonomik baskılar, insanları hem fiziksel hem ruhsal olarak yorgun bırakıyor; sosyal bağlarımız her geçen gün zayıflıyor.
İşte tam da bu noktada durup düşünmek gerekiyor: Sevdiğimiz insanları ne kadar ihmal ediyoruz? Annenizi, babanızı, kardeşlerinizi, hatta komşularınızı ne sıklıkla arıyorsunuz? Sonra bir gün fark ediyorsunuz ki, telefonla sadece kısa mesajlaşmalar, sosyal medya beğenileri ve hızlı mailler üzerinden bağ kurmak yetmiyor. İnsan ilişkileri, gerçek zaman ve samimiyet ister.

Hayatın koşuşturması içinde kaybolurken, küçük ama değerli anları fark etmekten kaçınıyoruz. Sabah güneşinin evimizin duvarına düşen ışığında saklı huzuru, kahve içerken karşımızdaki insanın gözlerindeki sıcak bakışı, çocuklarımızın bize uzattığı minik elleri… Bunlar, hayatın en büyük zenginliği. Ama çoğu zaman onları gözden kaçırıyoruz.

Anne ve babalarımızın ellerini ne zaman tuttuk? Çocuklarımızla oyun oynadık mı, sadece ekrana bakarken onlarla aynı odada mı bulunduk? Büyüklerimizle bir kahve eşliğinde hayat üzerine sohbet ettik mi, yoksa telefon ve ekranlara gömülmüş vaziyette mi geçiyor zamanımız? Bu sorular, hayatı yakalayıp yakalayamadığımızın ölçüsü.

Ekonomik engeller, trafik, iş stresi… Tüm bunlar hayatın hızına kapılmamız için geçerli sebepler gibi görünebilir. Ama hayatı gerçekten yakalamanın yolu, bu engelleri sadece zorluk olarak görmekten geçmiyor; engellerin arasında küçük ama anlamlı anları yakalayabilmekte yatıyor. Belki de en zor anlarda, küçük bir tebessüm, kısa bir sohbet, birlikte geçirilen bir öğle yemeği, hayatın bütün yüklerini hafifletebilir.
Bu yüzden durup bir düşünün: Bugün kimleri ihmal ettiniz? Kimlerin yüzünü uzun zamandır görmediniz, kimleri aramak için “daha uygun zaman” bekliyorsunuz? İşte zaman, bizi beklemiyor. Hayat, her gün ve her an, farkına varmamız için fırsatlar sunuyor. Sessiz bir teşekkür, sarılan bir el, birlikte geçirilen bir kahkaha… Bunlar, sadece küçük anlar değil, hayatın kendisi.

Ve en önemlisi, bazen “kimseye vakit ayıramıyorum” derken, aramızdan ayrılan sevdiklerimizi fark ediyoruz. O anda fark ediyorsunuz ki, iş, telaş ve günlük koşuşturma yüzünden onlara yeterince vakit ayırmamışsınız. “Ben nasıl yaptım bunu?” diye kendi kendinize soruyorsunuz. Hep iş dediniz, hep başka şeylerle meşguldünüz… Ve artık onlar hayatta değiller. Vahvalar, tühtühler… İşte bu acı, zamanın değerini anlamamız için bazen en sert uyarı oluyor.
Hayatın temposu karşısında durmak belki mümkün değil, ama ona değer vermek bizim elimizde. Küçük anlara dikkat eden, sevdiklerine vakit ayıran, onların yüzündeki mutluluğu gören insanlar, hayatın gerçek anlamını yakalayanlardır. İşte bu yüzden bugün, sevdiklerinizle bir an durun. Konuşun, gülün, dinleyin. Çünkü zamanın hızı karşısında duramasak da, ona değer vermek elimizde.

Bu haftaki köşe yazımı Poulo Coelho’nun çok sevdiğim bir sözü ile bitirmek istiyorum.
Mutlu hafta sonları.
“Hayat, başkalarıyla paylaştıklarımızla anlam kazanır.” – Paulo Coelho