6 Şubat 2023 Pazartesi sabah uyandığınızda sosyal medyadan alıyorsunuz haberi.Richter ölçeğine göre, Saat: 04.17, 7,7 şiddetinde...

6 Şubat 2023 Pazartesi sabah uyandığınızda sosyal medyadan alıyorsunuz haberi.

Richter ölçeğine göre, Saat: 04.17, 7,7 şiddetinde DEPREM…

Önce bir vahşet filmi izliyormuşsunuz hissi, sonra duygularınızın körelmesi ve şaşkınlık.

İnanılası değil…

Ardından televizyonu açıyorsunuz. Üç katlı, beş katlı, sekiz katlı ve daha fazla katlı binaların oldukları yere bir külçe gibi çökerek, küçük tepecikler oluşturduğunu görüyorsunuz.

Sokaklarda siren sesi, insan çığlığı, çökmüş binalarda ölümcül sessizlik…

Deprem bölgesinde yaşayan dostlarınızı arıyorsunuz, hiçbirinin sesi yok, telefonun diğer ucunda…

Dostlarınızın birkaç paylaşımını görüyorsunuz sosyal medyada, umut oluyor. Ama zaman ilerledikçe umutlarınızın yerini karamsarlığın ve korkunun aldığını duyumsuyorsunuz.

Televizyonunuz açık, bölgeden haber veren muhabirler, olağanüstü bir karmaşa, yarılmış yıkılmış yollar, kullanılamaz hale gelmiş havaalanı, yardım götüren, çalışmalara katılan gönüllüler…

Dokuz saat sonra 7,6 şiddetinde bir deprem daha oluyor, yarı hasarlı binaları da yerle bir ediyor, canının derdine düşüyor, haberciler, can pazarından can kurtarmaya çalışanlar.

İzledikleriniz akıl alır gibi değil…

Gece olduğu için birinci depremin görüntüleri yok denecek kadar az, sadece yıkıntılar üzerine düşünüyordunuz.

İkinci 7,6’lık depremin görüntülerini izlerken, gözleriniz kararıyor, doluyor, hıçkırıklara boğuluyorsunuz. Gördükleriniz korku filmlerinde bile az rastlanır türden. Bu kadar da olmaz diyorsunuz, olurdu, olmuştu…

Haberleri izlerken, geçmişte yaşanan depremlerden ders çıkarılmayışını, yöneticilerin duyarsızlığını, edilen boş lafların hafifliğini şimdi yaşananlarla karşılaştırarak dinliyor, tahlil ediyorsunuz…

Buz mu ateş mi ayırt edemediğiniz bir şey çapıyor yüreğinizin çeperine. Bilinciniz darmadağın…

Mantar gibi biten binaların sorumluluğu ne liyakatsiz yöneticilerde ne beton firmalarında ne yapı denetim firmalarında ne şantiye şeflerinde ne de belediye personellerindeydi. Hiçbirinin sorumluluğu yoktu, herkes kazancının ve koltuğunun derdinde.

Hangi depremden, sel felaketinden, heyelandan sonra ders çıkarıldı?

Yapılan işin sorumluluğunu sadece yöneticilere yıkılması işin en kolayıydı.

Oysa, onları seçenler de sen, ben, siz, biz hepimiz değil miydik?

Yaşamını yitiren, yaralılar, göçük altında kalan on binlerce can var. En azından bunlara karşı iş birliği yapılır, duyarlı olunur, kılı kırk yararlar, iktidarı, muhalefeti insanlara yardıma koşarlar diye düşünürken, can pazarında her kafadan bir sesin çıktığını duyuyorsunuz. Yine yanıldığınızı ibretle, hayretle görüyor, izliyorsunuz

“Bu ülke “bizim” ülkemiz, toprakları tek karışına kadar “bizim” topraklarımız, “bizim” atalarımızın canı, kanı pahasına “bizlere” vatan edildi” cümleleri kafanızın içinde mikserle bulamaç olurken, yardım getiren STK tırlarının bayraklarını flamalarını sökerek “ben” varım “sen” yoksun egosunu yaşayanların “biz” anlayışının ne olduğunu kavrıyorsunuz.

Umudunuzu yine de her şeye rağmen yitirmiyorsunuz.

Yine de yüreğinizde öfkeye, gözlerinizde yaşa dönüşen düşünceler sizi rahat bırakmıyor. Bir tarafta insanlar acılarıyla baş etmeye çalışarak çözüm yolları ararken, diğer tarafta hâlâ siyaset yapmaya çalışanlar, beton, demir ve mühendislik hizmetinin yetersizliği nedeniyle gelen felaketi Allah’a, kadere bağlamaya çalışanlar. Dün de bugün de yapılması gereken ama yapılmayan eksikler dile getirildiğinde eksikleri kabullenmeyip, böğürenler aklınızı allak bullak ediyor. Neden diyorsunuz, neden?

Yaşanan bunca acın nedeninin; çarpık yapılaşma, kâr hırsı ve liyakatsiz yöneticiler yüzünden olduğunu bile bile hâlâ bunları savunanlar geliyor gözlerinizin önüne.

Usunuz çelişkileri çözmekle meşgulken, beceriksiz, bencil, kibirli, saldırgan ve zavallılara açmaya başlıyorsunuz

Yaşamını yitirenleri, başını sokmak için yıllarca “dişinin etini emerek” sahip olduğu evini yitirenleri gördükçe; bugüne kadar sistemi savunarak, haklının yanında değil, güçlünün yanında yer aldıklarını, oylarını bir tencereye, bir tavaya, bir tavuğa, hatta bir öğün dönere sattıkları, sizin çözüm önerilerinize kulak vermeyi bırakın sizi duymadıkları, hatta düşman bildikleri aşağılamaya çalıştıkları günler bir film şeridi gibi geçiyor usunuzdan.

Başınız avuçlarınızın arasında, gözlerinizde yaş yüreğinizde baş edilemez bir telaş…

Haklılığınızı bile bile yenilmenin ağrısıyla ve aklınızın yetip gücünüzün yetmediğine çıldırıyorsunuz…