Esiri aşkı olduğumuz günlerde Egzistansiyalizm demek daha havalıydı. Koşut olarak öz Türkçeci de olduğumuz için varoluşçuluk diye tanımladık. Baş kaldırıcı 68 kuşağının altyapısını döşeyen Jean Paul Sartre 1929 da o güne kadar klasik ve gelenekçi roman şablonlarının ve tabularını yıkarak günce şeklinde yazdığı ilk romanı BULANTI da bizi varoluşçulukla buluşturdu.
Esiri aşkı olduğumuz günlerde Egzistansiyalizm demek daha havalıydı. Koşut olarak öz Türkçeci de olduğumuz için varoluşçuluk diye tanımladık. Baş kaldırıcı 68 kuşağının altyapısını döşeyen Jean Paul Sartre 1929 da o güne kadar klasik ve gelenekçi roman şablonlarının ve tabularını yıkarak günce şeklinde yazdığı ilk romanı BULANTI da bizi varoluşçulukla buluşturdu.
Gregor Samsa örneğinde olduğu gibi o romanın kahramanı, anlatıcısı Roquentin’le özdeşleşince bizim de düşünce inanç dünyamız altüst oldu…İlk ağızda nihilist yani hiçbir şeyci, her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi görüşe prim verdik. Din konusunda ise öncelikle ilahi veya doğaüstü varlıkların bilinmediğini, bilimsel olarak ispatlanmadığı ve gözlemlenemediğini, bu yüzden bilinmez olduğunu savunan felsefi fikir akımı agnostisizme yakınlaştıkça yolumuz ateism, tanrı tanımazlıkla buluştu. Pusulamız Bulantı’da Sartre; Romanın kahramanı, algı operatörümüz Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu.
Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre’ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. “Varoluş”la yüz yüze gelen Roquentin’in geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu. Jean-Paul Sartre baş eseri Bulantı ile 68 kuşağının kafasını bulandırdı. Öyle ki yarım asırdır kafalar hala bulanık. Camus’unun YABANCI’sıyla yediğimiz yumruk yetmiyormuş gibi sloganı dayattılar; VAROLUŞ ÖZDEN ÖNCE GELİR..
En iyisi ben kafanızı karıştırmak için Bulantı’dan bir kaç alıntı yapayım başka bir şey söylemiyim….
*Benim, varım, düşünüyorum öyleyse varım, varım çünkü düşünüyorum, peki niçin düşünüyorum? Düşünmek istemiyorum artık; var olmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum çünkü.
- “Düşünüyorum da,” diyorum gülerek, “hepimiz şurada oturmuşuz o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. Oysa, var olmaya devam etmemiz için hiçbir, hiçbir neden yok.”
- Varoluş uzaktan uzağa düşünülebilecek bir şey değildir. Sizi birden kaplaması, üzerinizde duraksaması, kıpırdamaz koca bir hayvan gibi yüreğinizin üstüne çökmesi gerekir ya da hiçbir şey yoktur artık.
- Var olmak, burada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkarsayamayız onları. Bunu anlamış kimselerin olduğunu sanıyorum.
- Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır. Ama ya yaşamayı, ya da anlatmayı seçmesi gerek.
- Şimdi kimseyi düşünmüyorum, sözcükleri bulmak için bile çabalamıyorum. Kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde: Dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkıyor, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.
- Birini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.
Nasıl zor değil mi sürdürülebilir varoluşçuluk?