Cumhuriyetimizin 100 yılını kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde bir Cumhuriyetin olmazsa olmaz temel özelliklerinden biri olan laiklik ilkesi hakkında birkaç söz söylemek gerektiğini düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü uzun zamandır sosyal ve siyasal hayatımızı derinden etkileyen karşı devrim hareketi ve bu hareket adına yazan, çizen, görüş üreten birçok kişi laiklik ilkesini hedef almış ve taammüden çok ciddi bir kavram kargaşası yaratmış bulunuyorlar.
Şunu asla unutmayın laiklik ilkesine yer vermeyen bir cumhuriyet asla ve asla var olamaz çünkü insanın egemenlik hak ve özgürlüklerine sahip olmadığı herhangi bir rejime Cumhuriyet denemez!
Şimdi birileri çıkıp ama İran İslam Cumhuriyeti örneği var ya diyeceklerdir.
Doğru var ama tabelada Cumhuriyet yazması İran’ın bir Cumhuriyet olduğunu göstermez. Siyaset bilimi açısından İran bir teokrasi ya da teokratik diktatörlüktür bir cumhuriyet değil.
Şimdi gelelim laiklik nedir ne değildir konusuna:
İnsanlık bin yıllar boyunca “ben asil kandan geliyorum” ve “beni tanrı seçti” yalanları üzerine bina edilmiş hanedan egemenlikleri altında ve son derecede adaletsiz bir şekilde yönetilmiştir.
Aydınlanma çağı ile birlikte bilimsel bilginin yaygınlaşması ve genel kabulü sonucunda bu adaletsiz düzen hızla çökmeye başlamıştır.
Biyolojik keşifler sonucunda insan türünün evrim geçirmiş bir memeli canlıdan ibaret olduğunun keşfedilmesi ve insan kanları arasında “asil” olarak tanımlanabilen bir kan gurubu olmadığının, asil olma iddialarının tamamen bir sosyo-politik kuraldan ibaret olduğunun anlaşılması bu iddiayı dayanaksız kılmıştır.
Asil olma iddiası taşıyan insanların da sıradan insanlar gibi birer ölümlü olması, onların ekonomik, siyasi ve hukuki haklarının neden diğer insanlara göre ayrıcalıklı olduğunun sorgulanmasına yol açmış ve bu ayrıcalıklar üzerine bina edilmiş tüm iktidarlar sadece birkaç yüz yıl içinde egemenliklerini kaybetmişlerdir.
Diğer yandan da egemenler, bu asil kandan gelme iddialarını beni tanrı seçti argümanı ile desteklemekteydiler.
Bu son derecede doğaldır çünkü adaletsiz ve eşitliksiz bir düzeni salt askeri güç ile uzun zaman sürdürmek mümkün değildir, uhrevi güçlerin devreye sokulması bu noktada çok önemli bir destek ve mucizevi bir buluştur. İnsanları ölüm sonrasına bile sarkan tehdit ya da ödüller ile boyun eğdirmeye çalışmak, firavuni egemenliklerin en temel aracıdır.
İlk başlarda tanrı kral olarak başlayan bu uhrevi kaynaklı egemenlik iddiası zaman içinde tanrının oğlu, elçisi, vekili, gölgesi ya da seçilmiş kişi biçimlerinde binlerce yıl boyunca sürüp gitmiştir. Onlarca din, binlerce tapınakta, yüz yıllar boyunca egemenlerin tanrısal kuralları uygulamakla yükümlü seçilmiş kişiler olduğu propagandasını yapıp durarak insanları kandırmışlardır.
Dinlerin çatıları altında örgütlenmiş ruhban sınıfı, bir taraftan insanları egemenlere boyun eğilmemesi durumda hem bu dünyada ve hem de ölümden sonra başlarına gelecek kötü ve azap verici şeyler ile tehdit ederek, diğer taraftan da dünyevi ve uhrevi ödüller vaat ederek biat etmeye sevk etmişlerdir. Bu noktada işbirliği yapan asiller ve ruhbanların oldukça başarılı bir iş çıkardığını, haksız ve adaletsiz egemenliklerini bin yıllar boyunca koruyabildiklerini de söylemeden geçemeyeceğim.
Aydınlanma çağı sadece biyolojik bilgilerin keşfine yol açarak asil kan iddiasını çürütmemiştir, evren ve doğa ile ilgili bilgilerin keşfi sonucunda dinlerin evreni açıklama ile ilgili görüşleri de çökmüştür. Bu keşifler sonucunda dinler açıkça sorgulanmış, sorgulandıkça zayıflayarak tapınaklara çekilmiş ve toplumun karar alma mekanizmalarından dışlanarak ölüm, doğum ya da evlilik sırasında folklorik ayinlerin yapıldığı, nostaljik kurumlara dönüşmüştür. Bu gelişme sonucunda tanrı tarafından seçilmiş egemenler anlayışı da hemen hemen dünyanın her bölgesinde çökmüştür.
Sıradan insanların egemenlik talebinin hayata geçmesi ile birlikte ilahi bir güç tarafından koyulduğu iddia edilen değişmez kanun ve kuralların yerini, insani kanun ve kurallara bırakması kaçınılmaz bir hukuki gelişme olmuştur. Hemen hemen tüm dünyada kutsal olduğu iddia edilen kitapların yerini, anayasalar ve insan yapımı kanunlar almıştır.
Laiklik ise Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan ve insani egemenliğin en önemli paydasını oluşturan insanların kanun yapma, kural koyma hakkını ifade eden hukuki bir kavramdır.
Laicisme sözcüğü Katolik Hristiyan inancına sahip halkların dilinde ve özellikle de Fransızca’da kullanılır ve kökenine bakılırsa “halksallaştırma” demektir. Çünkü kaynağı olan Hristiyanlık öncesi Grekçedeki laos (halk), laikos (halksal) sözcükleri Hristiyanlık döneminde clerikus yani din adamları dışında olan kişiler için kullanılırdı. Modern Fransızca’da laicisme din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurumlara, kurullara ve yetkililere dünya işlerinde, hatta din işlerinde üstün bir yer verme anlamını taşır. Protestan mezhebinin etkisi altında olan İngilizce ve Almanca’da kullanılan sekülerizm terimin kökeni ise Grekçe değil Latincedir. Saeculum sözcüğü çağ anlamındadır, Arapçada bu sözcüğe karşılık olarak asr kelimesi gelir, yakın zamana kadar asrileşmek ya da muassırlaşmak olarak kullanılırdı. Ziya Gökalp de bu terimi muassırlaşmak olarak kullanmıştır.
Çağdaş toplum biçiminde egemenlik insanlara aittir ve bu toplumlar laiktir bu yüzden sekülerizm laikliği de doğal olarak içerir.
Cumhuriyetçilik ise halk egemenliği ilkesi üzerine bina edilmiş, aydınlanma dönemi sonrasında ortaya çıkmış, hümanist ve çağdaş bir ideolojidir, doğal olarak laik ve yahut da seküler bir sistemi savunur.
Bir kişi hem halk egemenliği talebinde bulunup ve hem de ilahi ya da hanedan egemenliklerinin peşinde koşuyorsa bu kişinin kafası fevkalade karışık demektir ki günümüz Türkiye’sinde bu şekilde kafası karışık çok sayıda insan bulunmaktadır.
Neticeten insani egemenlik iddiasına karşı ilahi egemenlik iddialarının çok uzun süre daha toplumlarda var olabilmesi mümkün değildir. Çok yakın bir gelecekte bütün dini kişi ya da kurumlar hızla tapınaklarına çekilecek ve folklorik bir rol üstlenmekten daha fazla bir etki sahibi olmayacaklardır.
Bu süreçte ayak sürüyen toplumların enerji, kaynak ve zamanlarını boşa harcayarak diğer toplumlara karşı çok ciddi bir zaafa uğrayacakları da muhakkaktır. Halkımızın da bu kafa karışıklığından bir an önce sıyrılması gerekmektedir, yoksa bedeli herkes için çok ağır olacak.