İnsanların olayları ve olguları algılayışını, onlar karşısındaki tutumlarını irdelerken, hemen her zaman şu iki söz aklıma gelir:
“Herkesin Tanrısı kendi beyni kadardır” ve
“Kuyunun dibinden dünya, kuyunun çapı kadar görünür”.
Herhangi bir dinden her insanın inandığı Tanrı kavramının en önemli ortak özelliği onun yüceliğidir. İnananlar bu yüceliği tanımlamak için, Tanrının evrenin ve evrendeki her şeyin tek egemeni olduğunu söylerler. Ancak, trilyonlarca gök cisminden oluşan evreni kavrayan kişi ile evreni kendi dünyasıyla sınırlı olan kişi, aynı Tanrıya inansalar da egemenlik alanları bu denli farklı olan Tanrıları aynı yücelikte değildir. O nedenle, “herkesin Tanrısı kendi beyni kadardır”.
İnsanların, çeşitli olay ve olguları algılayışları, onlara verdikleri tepkiler de çok farklıdır. Bu farklılık insanların o konu hakkında beyinlerinde önceden biriktirdikleri bilginin düzeyi ve çeşitliliği ile doğrudan ilgilidir.
Belirli bir konuda derinleşmenin dünyayı olabildiğince bütün gerçekliğiyle algılayabilmek için yararı yoktur. Yaşam alanını yalnızca bir tek konu ile doldurmak, insanı dünyadaki çeşitlilikten uzaklaştırır, beynini bilgi zenginliğinden mahrum bırakır. Belirli bir konuda bilgi ve deneyim kazandıkça kişi o alanda uzmanlaşır ama yalnızca bir tek konuda derinleşmek dünyaya bakışı daraltır. O nedenle “kuyunun dibinden dünya, kuyunun çapı kadar görünür”.
***
Konu kent olduğunda da, bu iki deyişte anlatılan insanın niteliklerinin büyük önemi vardır.
Sınırsız sayıda bileşenden oluşan kent ne sınırlı bir çevre algısıyla ne de belirli bir konuda uzmanlaşmayla gerektiği gibi kavranabilir. Kentin, yalnızca “yapı ve yollardan oluşan, çok sayıda insanın yaşadığı yerleşim yeri” olarak görülmesi bu eksikliğin sonucudur.
Kenti kavramak için onun temel bileşenleri ve o bileşenlerin geleceğine ilişkin yönelimleri hakkında hem yaygın hem ayrıntılı bilgi sahibi olmak gerekir. Bu bilgi, bilimsel araştırmalara dayalı, öznellikten arındırılmış nesnel verilerden oluşmalı ve kentin gerçekliğini yansıtan çeşitlilikte olmalıdır. Ancak, bu bilgi de kendi başına kentin kavranması için yeterli değildir. İnsanın bu bilgiyi özümseyecek, yorumlayacak, değerlendirecek ve kullanılabilir araç haline getirecek niteliklere de sahip olmak gerekir.
Kentleri yöneten iktidar sahiplerinde bu özellikleri aramak hem haksızlık olur hem de demokrasi ile bağdaşmaz. Seçilme yeterliliğine sahip her yurttaşın gerekli seçmen desteği sağlayarak kent yönetiminde iktidar olması demokrasinin gereğidir. Bunun tartışılacak bir yanı yoktur.
Ancak, belediye başkanlığına seçilen kişinin kenti sağlıklı yönetmesi, var olan sorunlara çözümler üretmesi, geleceğe yönelik doğru kararlar vermesi için kenti kavraması da beklenemez.
Öyleyse olması gereken; belediye başkanının haddini ve kendini bilmesi, doğumdan ölüme değin, kentsel yaşamın her alanıyla ilgili birimleri olan belediyede, konusunda yeterli bilgi birikimine ve deneyime sahip yetkin insanlarla çalışmasıdır.
Kent, bu insanlarla ve orada yaşayan her kesimden kentlilerle birlikte, onların değerlendirmelerinden yararlanılarak oluşturulacak ORTAK AKILLA yönetilirse kenti kavramadaki eksiklikler büyük ölçüde giderilebilir.
Bunun dışındaki her yönetim biçimi, kent uzmanı edasıyla boş konuşmaların, yaşamdaki sorunlara yeni sorunlar eklemenin ve geleceğe çok daha sorunlu bir kent bırakmanın yolunu açar. Ülkemizde sayısız örneğini gördüğümüz gibi, belediyeyi günlük işlerle uğraşan sıradan bir kamu kurumuna, kent yönetimini el yordamıyla çalışılan bir alana indirger.
Hiçbir kent, “Tanrısı kendi beyni kadar” olan ve “dünyayı, içinde bulunduğu kuyunun çapı kadar gören” BİR KİŞİNİN alacağı kararlarla yönetilmeyi hak etmiyor.