Sevgili okurlarım, Herkese yürekten merhabalar... Öncelikle Kurban Bayramı’nızı en içten dileklerimle kutluyorum. Bugün bayramın ikinci günü... Böylesine anlamlı bir günde, özellikle büyüklerimizi yalnız bırakmayalım.
Unutmayalım ki onların gözleri, bir kapının aralanmasını, tanıdık bir sesi, özlenen bir sarılışı bekliyor. Yanlarında olmanın, birlikte geçirilen birkaç saatin, bir ömürlük anıya dönüşeceğini aklımızdan çıkarmayalım. Çünkü hayat, en çok sevgiyle ve paylaşıldığında anlam kazanır.
Bu haftaki konum, benim için çok hassas… Belki sizler de zaman zaman içinizde aynı boşluğu hissediyorsunuzdur. Son yıllarda yaşadıklarımız; ekonomik zorluklar, belirsizlikler ve artan güvensizlik duygusu, sadece cebimizi değil, ruhumuzu da yordu.
Eskiden geleceğe dair hayallerimiz vardı… “Bir gün şunu yapacağım, bir gün oraya gideceğim” diyerek kurduğumuz cümleler vardı. Ama artık birçok insan, yarını düşünmekten bile korkar oldu. İçimizdeki o umut ışığı sönmeye, hayal kurma cesareti yerini sessiz bir kabullenişe bırakmaya başladı.
Oysa hayaller olmadan insan yaşar mı? Bir hedefe tutunmadan yol yürünür mü? Kalbinin içinde bir şeylere inanmadığında, yaşamak sadece zaman geçirmek olmuyor mu?
Hayat, bazen bir rüyanın ışığıyla aydınlanır; gözlerimizde canlanan umut, yüreğimizde büyüyen geleceğe ait bir filiz gibidir. Daha çocukken düşler kurarız; gökyüzünde süzülen bulutlara dokunmak, sınırsız bir denizde yelken açmak, kısacası cansız gerçekliğin ötesine erişmek arzusu sarar içimizdeki boşluğu. Her bir küçücük hedef, bizi sabah karanlığından koparıp yeni güne doğru çeker; göz kapaklarımız ağır olsa da zihnimizdeki küçük resimler, bizi hayatın akışına tutunan birer el uzantısı olur.
Zamanla büyürken, düşler de büyür. Küçük bir öğrenci olarak önümüzde açılan caddeler, “Bir gün ben de orada olacağım,” dedirten tabelalar gibidir. İlerledikçe, hedefler netleşir; doktorluk, öğretmenlik, sanatçı olmak, kendi işinin patronu olmak… Her biri, hayatın daha anlamlı kılınmasına dair inancın birer sembolüdür. Kimimiz için hayal, hastane koridorlarında şifa dağıtan eller; kimimiz için kampüs bahçelerinde yazılan şiirlerdir. Lakin bu düşler ve hedefler, sadece birer kelime topluluğu değil, aynı zamanda geleceği şekillendiren birer pusula görevi görür. Onlar yoksa, yürek boşluğa düşer, yaşamın dişlileri arasında sıkışır.
Bir sabah gözlerinizi açtığınızda, artık düşlerinizin kalmadığını düşünün. Hiçbir hedef, hiçbir hedef tahtası; sadece gri bir gökyüzü altında sıkışıp kalmış bir ruh ve anlamsız bir gündelik rutin... Ertesi günün ne getireceğini merak etmeyen bir insan… Nasıl bir boşluğun esiri olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez. İçimizdeki o sıcak gölge yok olunca, içimizdeki renkler de solar; hayat, bir ressamın paletinden fırlamış gibi canlı olmayıp gri tonlara bürünür.
Düşsüz bir hayat, bir nehrin akıntısız kaldığı an gibidir. Sular durulur, canlılar kaçar; akıntı bittiğinde nehir kurur, geriye sadece yıpranmış taşlar ve kurak bir yatağın hüzünlü sessizliği kalır. Bu sessizlik, insanın ruhunda bir çöl esintisi yaratır. Kulak vermeye çalışsanız bile, adım attığınız her yerde bir sessizlik yankılanır; yürüdüğünüz yollar anlamsızlaşır, kapılar sadece kapı olmaktan çıkar, eviniz bir sığınaktan ziyade bir tutsaklık alanına dönüşür.
Ümidin yitirilmesi, insanı derin bir karanlığın kıyısına sürükler. O ayak seslerini hatırlarsınız, gecenin bir yarısı yastığınızın altında biriken gözyaşlarını… Her bir hayal kırıklığı, küçük bir ölüm gibidir; ruhunuzun bir parçası, umutla birlikte yitirilen bir yaprak misali düşer toprağa. İlk kırıntı, lise sıralarında geçer planladığınız üniversite sınavına çalışmaktan sıkıldığınız andır. O an, küçük de olsa düşleriniz sarsılır; peki ya bu sarsıntı çoğalırsa? Üniversite sona erdiğinde iş bulamamak, hayallerin gölgesiyle karşılaşmak… Tüm bunlar, insanın içindeki kıvılcımı söndürür.
İnsanın hayalsiz kalması, yalnızca bireysel bir yıkım değil, toplumsal da bir yara açar. Bir ülkenin genç nüfusu, hayallerinin peşinden gitmeyen bireylerden oluşursa yaratıcı düşünce ölür; yenilikler, terk edilmiş bir maden ocağı gibi atıl kalır. Sanat susturulur, şarkılar susar, şiirler unutulur. Hayal etmek, insanı insan yapan en temel eylemdir. Yeryüzüne bırakılan izler, çoğu zaman bir hayalin iz düşümüdür. Mona Lisa’nın o meçhul gülümsemesinin, bir kağıt midillinin ötesinde bir ressamın düşlerinden yola çıkarak doğduğunu unutmamalıyız.
Peki, insan hayallerini ve hedeflerini yitirince ne yapmalı? Öncelikle bilmek gerekir ki, düşlerin yeniden filizlenmesi için asla geç değildir. Yaşadığınız şehirde ufak bir park bile size yeni bir ilham verebilir; ağaçların hışırtısı, çocukların kahkahası… Gözlerinizi kapatıp o seslere kulak vermek, derin bir nefes almak ve küçük bir soru sormaktır kendinize: “Beni ne heyecanlandırır?” Bu soru, bir kapıyı aralayabilir. Başlangıç her zaman en zorudur; ama en küçük adım bile, içimizdeki uykuya yatmış düşlerin tohumlarını harekete geçirir.
Dünyanın dört bir yanında, yaşamdaki amacı yitirdiğini düşünen milyonlarca insan var. Bazıları intiharın eşiğine gelirken, bazıları monotonluğun boğan sularında kaybolur. Fakat umut, bir mum ışığı kadar bile olsa karanlığı bölmeye yeter. Bazen bir kitap satırı, bazen bir dost sohbeti, bazen de bir yabancının gülümsemesi… Hangisi seçilirse seçilsin, önemli olan, tekrar düş kurabilmek için bir kıvılcım bulmaktır. Kıvılcım büyüdüğünde, koca bir orman alev alır; işte o alev, yeniden yaşamın değerini fısıldar kulağınıza.
Düşsüz yaşamak, bir ressamsız palet misali renksizdir. Ancak unutmayın ki, her palet yeniden renkleriyle buluşabilir. İçinizde bir yerlerde bir umut kıvılcımı varsa, onu beslemek sizin elinizde. Hayatın en güzel yanı, sadece yarattığımız düşlerle başlar ve ancak o düşlerle sonsuza dokunur. Gözlerinizi kapayın; içinizdeki en çocuksu sesle konuşun: “Ben ne istiyorum?” Sevdiğiniz bir müziği açmak, kağıda birkaç kelime karalamak, bankta oturup çevrenizi izlemek… Bu küçük jestler, düşlerin yeniden dirilmesine yardım eden ninniler gibidir.
Sonuç olarak, hayaller ve hedefler, insanı bu dünyada ayakta tutan en kuvvetli bağlardır. Onlar koparsa, geriye ne kalır? Yitik bir ruh, yorgun bir beden ve paslanmış bir kalp… Lakin hiçbir şey sonsuza dek kaybolmaz. Düşler, bazen en umutsuz andan bile filizlenebilir. O yüzden bir an bile vazgeçmeyin. Çünkü hayat, düşlerimizle renklendiğinde anlam bulur; kaybettiğimizi sandığımız her ne varsa, içimizde yeniden yeşerebilir. Böylece tekrar hayale tutunur, yeniden yürümeye başlarız.
“HER ŞEY GÖNLÜNÜZCE OLSUN”