Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
“Bu ülkede sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor zaten ama Yusuf Atasoy hayatı pahasına sürecin tüm günahını son nefesine kadar sırtlayarak mücadelenin onurunu korudu.
Yusuf Amca'yı ne zaman tanıdım hatırlamıyorum bile! Hep bizimle idi. 13 yaşında Ahmet Atasoy'un yeğeni olarak Mahirlere daktilo götüren çocuk, Kızıldere Katliamı sonrası (1972) Fikri Sönmez’le önce Mamak'ta (Yeşil Fatsa gazetesinin kurucusu Ziya Yılmaz da oradaydı) sonrasında ise Selimiye Kışlası’nda yattı. T24 yazarı Güven Bayar haftalık yazısının girişinde böyle yazmış Yusuf Atasoy için.
Yaşamak bazen bedel ödemektir…
İtirafçılık konusunda hatasını açık yüreklilikle ve büyük bir suçluluk duygusuyla her fırsatta dile getiren kabul eden, “Hayatı pahasına sürecin tüm günahını son nefesine kadar sırtlayarak mücadelenin onurunu koruyan” insanı anlamak gerekmez mi?
Hepimizin yaşamın her alanında hatalarımız “günahlarımız” yok mu?
DUVARIN DİBİNDE/FATSA kitabının yazarı Faruk Demirel’in sosyal medya sayfasında Yusuf Atasoy ile ilgili paylaşımın altında şöyle bir diyalog geçiyor.
- Yaşamını bile yitirenlerin arkasından kötü konuşanlar benim sayfama girmesin, (kişiye hitaben) sen Yusuf'u kanser edenlerden biri ölümüne neden olanlardan biri olabilirsin...
- Keşke bunu becere bilseydim
Buna cevaben şöyle bir cevap yazma gereği hissettim.
“Ayıptır yahu. Bu ne biçim bir kindir. Şimdi saldırdığınız kadar devrimci mi olacaksınız. İtirafçıyı ya da itirafçılığı savunan yok. Aman dileyenin üzerine bu kadar fütursuzca gidilmez. İyi ki bu ülkede sizin gibi "Kindar ve Dindar, pardon Kindar Devrimciler" fazla değil. Bilinenlerin dışında itiraf ettiği, birilerine zarar verdiği bir şey varsa yazın lütfen biz de bilelim. Ayrıca zaten yaptığının vebalini acısını ömür boyu taşımış ve Kansere olup cebelleşmiş ve aramızdan ayrılmış. Gidin mezar taşını kırın, mezarından çıkarın, yüz kere bin kere daha istediğiniz yerinden vurun, vurun yüz kere bin kere daha öldürün”
Sahi biz birilerine kızarken neden bu kadar acımasız anlayışsız olduk.
“Kol kırılır yen içinde kalır” düşüncesiyle yazı buraya taşınmayabilir miydi?
Yoksa; bu kadar acımasızlığın, acizliğin, saldırganlığın yanlışlığının farkına varıp bu şahıs gibi düşünen insanların birazcık olsun kendine gelme içgüdüsünü harekete geçirir düşüncesiyle taşınmalı mıydı? Ben ikincisini yaptım.
“Ele verir talkını kendi yutar salkımı” atasözümüzden hareketle; Sözde! demokrasi, insan hakları demagojisini bir tarafa bırakıp, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, sağcı, solcu olmadan önce “İnsan olmak” zorundayız…
Sevgili dostum Hasan Kaplan “TARİHE KARŞI SORUMLULUK” Başlıklı yazısında şöyle diyor.
“Son günlerde yapılan tartışmaları birileri "itirafı, itirafçılığı savunuyorlar" noktasına çekmeye çalışıyor. Kimsenin itirafı, itirafçıyı aklama ve savunma gibi bir çabası da niyeti de yok.
Burada üzerinde durduğumuz konu; itiraf sürecine giden yolda izlenen politikadır. O günlerde yapılması gereken ne yapılmadı, ya da yapılmaması gereken neler yapıldı da bu yol açıldı.
Sürecin bütün vebalini itirafçı olanlara yüklemek işin kolayı. Ama doğru bir yöntem değildir.
Önderlik, liderlik yukarıda oturup talimat yağdırmak değildir. Gerçek önderlerin, liderlerin çapı ve yeteneği zor zamanlarda izlediği doğru politikalarla, süreci iyi yönetmesiyle ortaya çıkar.
Amasya cezaevinde başlayıp, Erzincan cezaevinde devam eden süreci; önder, lider koltuğunda oturanlar gerektiği gibi yönetememiştir. Sürecin doğru yönetilememesi sonucunda Fatsa Davasının üçte biri itirafçı olmuştur. "İtirafçılar, hainler, dönekler" vs. demek işin kolayı. Bu söylem, geleceğe bırakılması gereken doğru bir ders, doğru bir söylem değil.
Ben bu sürecin tartışılıp açığa çıkartılmasının, tarihe doğru bilgi bırakılmasının peşindeyim.
Henüz canlı tanıkları yaşıyorken bizim tarihimizi, biz kendimiz yazmalıyız. Yazmak zorundayız. Yoksa bizim dışımızda birilerinin yazacağı tarih hem eksik hem de yanlış olacaktır.
Doğrusuyla yanlışıyla bir süreç yaşadık. Doğrularını nasıl göğsümüzü gererek, gururla kabulleniyor, sahipleniyorsak yanlışlarımızı da sahiplenip kabullenmemiz gerek ki tarihe doğru bilgiler bırakabilelim. Bu bizim tarihe ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuzdur. Kimsenin bundan imtina etme, kaçma hakkı yoktur.”
Konuya dair ekleyecek tek cümlem, tek kelimem yok.
Bir taraftan “Kral Çıplak” demeyi öğütlerken bir taraftan “Vurun abalıya” çelişkisini içimizden söküp atmamız gerekmez mi?