Laiklik en yaygın ve en genel tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Teorikte böyle olmakla birlikte uygulamada çoğu zaman bunun tam da böyle olmadığını açıkça görmekteyiz.
Laiklik en yaygın ve en genel tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Teorikte böyle olmakla birlikte uygulamada çoğu zaman bunun tam da böyle olmadığını açıkça görmekteyiz.
Özellikle Avrupa devletlerinden aldığımız laiklik kavramının Hristiyan Avrupa’nın sosyal ve kültürel yapısı ile şekillenmiş olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bizim laiklik uygulamamız ise tamamen kendi şartlarımız içerisinde ortaya çıkmıştır.
Osmanlı Devleti’nin tam bir teokratik devlet olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Ancak Osmanlı Devleti’nin uyguladığı “hoşgörü politikası”nın da bir tür laiklik olduğunu kabul etmek gerekir. Osmanlı vatandaşı olan gayrımüslimlere din değiştirme yolunda bir baskı yapılmadığı tarihi bir gerçekliktir. Bazı ilahiyatçılarımız Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey ile Abbasi Halifesi’nin Bağdat’ta devlet ve din işleri konusunda iş bölümü yapmalarını “ilk laiklik uygulaması” saymakta bir sakınca görmemişlerdi.
Cumhuriyet döneminin önemli uygulamalarından birisi de laiklik ilkesini kabul etmiş olmasıdır. Ancak bu uygulama, doğrudan devletin kararı ve tercihi ile yapılmış ve bütün kuralları bizzat devletin kendisi koymuştur. Bu “devletçi laiklik” anlayışında kişilerin veya dini grupların bir tercihi bir yönlendirmesi söz konusu değildir. Her şey devlet tarafından düşünülmüş ve devlet yararına uygulamaya konulmuştur.
Sosyal hayatın bütün noktalarına hâkim olmak isteyen otoriter bir devletin “din işlerini” kendi kaderine bırakması düşünülemezdi. Bu yüzden sıradan bir devlet memuriyeti haline getirilen Diyanet İşleri Başkanlığına atama devlet tarafından yapıldığı gibi bir köy veya mahalle imamının atanması da yine devlet tarafından yapılmakta ve dolayısıyla maaşı da devlet tarafından ödenmektedir.
1968-1970’lerin en çok okunan kitaplarından birisi olan Kurt Karaca’nın Milliyetçi Türkiye isimli kitabı MHP tarafından temel kitap sayıldığı halde “Diyanet İşleri Başkanı İl Müftüleri tarafından seçilecektir” ilkesi hiçbir zaman desteklenmedi.
Devlet bütün hayatın tanzim edicisi olmak iddiasını sürdürdüğü sürece müftünün de imamın da maaşını vermek zorundadır. Birçok Avrupa ülkesinde uygulanan “Kilise Vergisi”, Avrupa laikliği çerçevesinde uygulanmakta ise de bizde devletin böyle bir yetki vermesi sistemin kökten değişmesi anlamına gelir. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde bazı köylerimizde uygulanan “ücretli geçici imam görevlendirilmesi” de çoğu yerde yetersiz kişilerin suiistimalleri yüzünden yakınmalara sebep olmuştur.
“Ben camiye gitmiyorum, imamın maaşını vermek zorunda mıyım” savı ilk bakışta doğru gibi görünse bile esasta pek de doğru sayılamaz. Hiç çocuğu olmayan aileler nasıl öğretmenlerin maaşının ödenmesine itirazda bulunamıyorlarsa imama ihtiyacı olmayan kimseler de imamın maaşının devlet tarafından ödenmesini kabullenmek zorundadırlar. Apartmanın giriş katında oturan kişinin de asansör masrafına katılmak zorunda olduğu gibi…
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra bu türden kuruluşların masrafları devletin harcama kalemlerinin dışında kalmıştır. Siyasi zorlamalarla bazı tekke ve zaviyeler istisnaî statü kazanmakta ısrar etse bile hukukî olarak “Tekke ve Zaviyeler Yasasını” değiştiren bir değişiklik söz konusu değildir.
Camilerin yapımı ve masrafları konusunda ise çoğu zaman bir bilgi kirliliği yaşanmakta olduğu görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi yapılan camiler devlet kasasından yapılmıyor. Özel kişi ve kuruluşlar tarafından yapılan camiler Diyanet İşleri Başkanlığı’na devir edildiğinde devlet bu camilere görevli tayin ediyor.
Osmanlıdan Cumhuriyete devletin camilere bakışı ayrı bir makale konusu olacak kadar uzun ve ayrıntılı bir konudur. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı kitabında Cumhuriyet döneminde Ankara’da ilk caminin 1940 yılından sonra yapıldığını yazdığı zaman ben bu habere inanmakta zorluk çekmiştim. Cübbeli veya fesli yazsa “yanlış bilgi” derdim. Ama bilgi doğru idi. Yeni Ankara’da Kızılay’da, Bakanlıklar’da modern binalar yapılmış, ama cami yapılmamıştı.
Rahmetli Adnan Menderes, başbakan iken Ankara İç Cebeci Camii inşaatını ziyaret edip buraya kendi cebinden yardımda bulunmasını muhalefet “gericiliğe pirim vermek”, “laiklik karşıtı hareket” olarak duyurmuştu. Rahmetli Özal, Bayram Namazı’na katıldığında muhalifler bunu laikliğe aykırı görmüşlerdi. Bir cumhurbaşkanı nasıl olur da Cami’ye namaza gider, diyorlardı. Sanki Cumhurbaşkanı’nın kişisel hak ve hürriyetleri yoktu. İşte bizdeki laiklik anlayışı bir türlü esas zeminine oturtulamamış, onu herkes kendi kafasına göre yorumlamıştı. Mevlana’nın fil hikâyesi gibi.
Sözün özü, müftü ve imam devletin memuru olduğu sürece onların aylığını ödemek de devletin sorumluluğu kapsamındadır. Laik devlet düzeni kapsamı içerisinde bunun başka bir çözüm yolu da yoktur. Bunun aksini savunmak, tarikatların, tekke ve zaviyelerin önünü açmak demektir. İmam Hatip Okulları kapatılırsa buna en çok sevinen Kemalist laikler değil, İmam Hatip Okulları’na “İmam Hatap Okulları” diyen Süleymancı çevreler olacaktır.