Sosyal medya hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi.

Her an elimizin altında olan bu dijital platformlar ısrarla “bizi birbirimize bağlıyor” mesajını veriyor.

Ancak gerçekte bu bağlantı bizi toplumun merkezine mi çekiyoryoksa adım adım dışına mı itiyor?

Sosyal medya toplumsal bir sahne gibi.

Bu sahnede herkes kendi öyküsünü sergiliyor.

Bir yandan sevdiklerimizle iletişimde kalıyor, yeni insanlarla tanışıyor, topluluklara dahil oluyoruz.

Sosyal medya bireylerin kendi fikirlerini ifade etmelerine, bir kitleye ulaşmasına olanak tanıyarak katılımcı bir toplumun kapısını aralıyor.

Ancak madalyonun diğer yüzü bu platformların birer karşılaştırma ve onay mekanizmasına dönüşmesiyle ortaya çıkıyor.

İşte tam da burada tehlike başlıyor.

Sosyal medyada hayatlarının “filtrelenmiş” hallerini paylaşan insanları izlerken kendi gerçekliğimizi sorguluyoruz.

"Ben neden onlar kadar mutlu değilim?", "Benim niye bu kadar takipçim yok?" gibi düşünceler bizi kemiriyor.

Kendimizi bu sınırsız dünyada daha yetersiz ve yalnız hissetmeye başlıyoruz.

Bunun sonucunda topluma ait olma çabamız bir paradoksa dönüşüyor.

Sosyal medyada var olma arzusu bizi çevrimdışı hayattan uzaklaştırıyor.

Bir kahve sohbetinde güzel bir anın tadını çıkarmak yerine o anı hikayemizde paylaşmayı düşünür hale geliyoruz.

Görülmek için var oluyoruz ve çoğu zaman bu görülme arzusu derin bir yalnızlığın üzerini örtmekten başka bir işe yaramıyor.

Bu noktada sosyal medyayı bilinçli kullanmak kritik bir hale geliyor.

Topluma katkı sağlayan ve bireysel gelişime olanak tanıyan bir aracın ötekileştirici ve yabancılaştırıcı etkilerinin farkında olmalıyız.

Bağlantılarımızı derinleştirmenin tek yolu bu bağlantıların sadece dijital dünyada değil gerçek hayatta da anlamlı olmasını sağlamaktır.

Sosyal medya hem bir toplum aynası hem de yalnızlığın penceresi olabilir.

Onu hangi yönde kullanacağımız tamamen bizim elimizde.

Bağlantı kurduğumuz kadar gerçekten hissedebildiğimiz bir dünya yaratmak çabagerektiriyor ama belki de buna değer.