Kent yaşamının hızlı temposu içinde üzerinden atlayıp geçtiğimiz ya da kıyısından dolaştığımız birçok sorunla karşılaşır, sonra da biriktirdiğimiz bu sorunları dost sohbetlerinde birbirimizin kucağına yığmaya bayılırız. Üstelik, sohbetlerimizde bu sorunları o kadar kolay çözeriz ki, neden sürüp gittiğini, bir türlü anlayamayız. Oysa ne o sorunlar göründüğü kadar yalındır ne de çözümleri o kadar kolaydır.
Kent dediğimiz sonsuz değişkenli ortamda yaşayan yüz binlerce insanın sürekli yakındığı sorunların önemli bir parçası yine o insanlardır. Ama kimse saptadığı sorunun bir parçası olduğunu hiç düşünmez, anımsatılsa da kabul etmek istemez. Her zaman biz iyiyizdir, kötü başkalarıdır, biz çözümden yanayızdır, sorundan sorumlu olanlar başkalarıdır.
Örneğin, kent içi ulaşımda çekilen sıkıntılar dünyadaki pek çok kentin başlıca sorunları arasındadır. Sorunun çözümü ise bellidir: Toplu taşımın geliştirilmesi, çeşitli toplu taşıma türlerinin kentte yaygınlaştırılması, konforlu, güvenli, ucuz ve ilan edilmiş programa sadık kalınarak işletilen sistemler sorunu köktenci biçimde çözecektir.
Bunları gerçekleştirmenin belli bir maliyeti vardır ve kentte yaşayanlar vergilerini doğru biçimde ödeyerek bu maliyetin karşılanmasını sağlayacaklardır. Ancak burada işler çatallaşmaya başlar. Hemen hiç kimse vergi ödemeye pek gönüllü değildir. Kimileri ödememek için çeşitli yollar ararlar ve bulurlar.
Vergi gelirleri yetersiz olan ve başka ciddi kaynakları bulunmayan, konuyla ilgili kurumlar yatırım ve işletme maliyetlerini yolcu taşıma ücretleriyle karşılamaya çalışırlar.
Bu kez fiyatlara itiraz başlar. “Kamu ulaşımı bu denli pahalı olur mu” yakınmaları yeni bir sorun tanımlaması olarak hep gündemdedir. Aslında, pahalı bulunan o bilet fiyatları işletme maliyetini bile karşılamaktan uzaktır. İşletmeler sürekli sübvansiyonla ayakta kalmaktadır. Sübvansiyon yeni yatırımlardan vazgeçmek demektir. Bu ise sorunun kökten çözümünün ötelenmesi anlamına gelir.
Toplu ulaşım yaygınlaşmadıkça özel araç kullanımı artar; bunun türevi olarak kentteki otopark sorunu her geçen gün büyür. Kaldırımlar araçlarla işgal edilir. Bir sorun daha doğar.
Öte yandan, yapı sahipleri otoparkı yapılarının içinde gerçekleştirmek istemezler, çünkü her otopark alanı yitirilen ranttır. Belediyelerin otopark fonuna bir kez yatırılacak bir miktar bedelle yapılarında otoparka da yer verme zorunluluğundan kurtulmayı tercih ederler. Oysa bu fonda biriken parayla, ilgili yönetmeliğin öngördüğü bölge otoparklarının yapılması bir yana, arsasının kamulaştırılması bile mümkün değildir.
O yapıların sahipleri ve kiracıları olan kent sakinleri hem çevrelerindeki otopark eksikliğini hem kaldırımların araçlarca işgal edilmesini sürekli eleştirirler ama kendi sorumluluk paylarını akıllarına bile getirmezler.
Günün birinde, bir yerel yönetici, sorunu çözmeye niyetlense, karşısına önce kamulaştırma sorunu çıkacaktır. Taşınmaz vergi değeri ile kamulaştırma değeri arasındaki büyük fark uygulamadaki başlıca güçlüktür. “Benim taşınmazımın değeri bu kadar” diyerek vergi veren mal sahibi, kamulaştırma için o değerin birkaç katı bedel ister. Yerel yönetim, “vergi verirken öyle söylemiyordun ama” dese bile anlamı yoktur, çünkü yasalar ve yönetmelikler taşınmaz sahibinden yanadır.
Genel bakımsızlık, trafikteki karmaşa, teknik ve sosyal altyapı eksiklikleri, çevre ve hava kirliliği, kimi bölgelerdeki güvensizlik, içme ve kullanma suyundaki yetersizlik ve kalitesizlik, yerel yönetimle kentliler arasındaki iletişim eksiklikleri gibi daha pek çok sorun benzer biçimde irdelendiğinde de aynı sonuçlara varılacağı görülecektir.
Her kent, ait olduğu toplumun aynadaki yansıması gibidir. Kendi sorunlarını çözememiş bir toplumun sorunlarından arınmış kentler oluşturmasını beklemek, yaşamın gerçekleriyle çelişen boş bir hayaldir.
Bunun için, her şeyden önce insanın değişmesi gerekir. Değişen insanlardan oluşan toplum kendi temel sorunlarını çözmeyi hedefleyen yeni bir düzen kurduğunda; ancak o zaman, kentler de yerleşik sorunlarından kurtulma sürecine girebilir.
İnsanlığın ve kentlerin tarihi bize bunu öğretiyor.