Çocukluğumuzda belleğimize yerleştirilen Atatürk’ün “ bir Türk dünyaya bedeldir” deyişini hemen herkes anımsar.
Çok uzun zamandır, “Atatürk keşke böyle bir şey söylemeseydi” diye düşünüyorum.
Sözün gerçekliği yansıtıp yansıtmadığını bilmiyorum ama ülkemizde her Türk’ün her işi yapmaya hazır olduğunu yaşamın her alanında, her gün görüyorum. Bu da bana o sözlerin söyleniş amacının çok dışında algılandığını gösteriyor. Öyle ya, “dünyaya bedel olan kişi” yaşamın olağan işlerini mi yapamayacak?
Önce eğitim sistemimize bakalım.
Ülkemizdeki üniversite sınavları “herkesin her işi yapabileceği” kabulüne dayanıyor. On yedi yaşına kadar aynı eğitim/öğretim sürecinden geçirilen bütün çocuklarımızın hangi mesleği edineceklerine bir tek sınavla karar veriliyor. Sınava giren genç, alacağı puana göre hekim de olabilir, yargıç da; öğretmen de olabilir, mühendis de…
Bu nedenle olsa gerek, o yaşa kadar gittiği okullarda gence, terliksi hayvan da öğretilir, logaritma da; organik kimya da öğretilir, aruz vezni de… Daha doğrusu öğretildiği sanılır; genç de ne işe yarayacağı belirsiz bu bilgileri, gireceği üniversite sınavında sorulabileceğini düşünerek, sorgulamaksızın bellemeye çalışır.
Herkesin her işi yapabileceği varsayımı yalnız bu tür uygulamalarda mı var? Kuşkusuz hayır.
Toplumumuzu oluşturan bireylerin önemli bir bölümünün sözleri ve davranışları da öteden beri süregelen çağ dışı öğretim ve ölçme / değerlendirme süreçlerini yeniden planlamayı aklına bile getirmeyen ilgililerden farklı değildir.
“İlkyardım” kavramından habersiz kazazede kurtarıcısı; itfaiyecinin çalışmasını beğenmeyerek, yangını kendisi söndürmeye kalkışan mahalleli; trafikteki her davranışından kuralları öğrenme güçlüğü çektiği anlaşılan ama kendisini herkesten becerikli gören araç sürücüsü; hekime akıl veren hasta yakını bunlardan yalnızca birkaç örnektir.
Geri kalmış üretim tarzının biçimlendirdiği toplumsal yaşamın sığlığında oluşmuş bu tür davranışları dedelerimiz “okumadan âlim, yazmadan kâtip olmak” diye tanımlıyorlardı, şimdi biz bunlara “haddini bilmezlik” diyoruz.
Herkesin her işi yapabileceği düşüncesinin toplumdaki yaygınlığı, üretim tarzındaki gelişmelerle çeşitlenen uzmanlıkları değersizleştiriyor ve kültür dünyamızı yoksullaştırıyor. Hemen herkes her şeyi bildiğine inanıyor, kimse kendisini sorgulamıyor, kendisini aşmaya çalışmıyor, yeni bilgiler edinme önemsizleşiyor; inanç bilginin önüne geçiyor.
Ülkemizde, neredeyse hiçbir şey olması gerektiği gibi yapılmıyor. Eğitim / öğretimden adalete, politikadan günlük yaşama değin hemen hiçbir şeyin gereği gibi olmadığını; kamuda ya da özel sektörde, hemen herkesin sorumlu olduğu işi yapar gibi göründüğünü her alanda izliyoruz.
Desteklediğiniz ya da desteklemediğiniz merkezi ve yerel iktidarlardan muhalefet partilerine, sendikalardan sivil toplum kuruluşlarına; abonesi olduğunuz elektrik ya da telefon şirketlerinden yolculuğa çıktığınız havaalanı ve otobüs terminaline, müşterisi olduğunuz bankadan izlediğiniz televizyon kanallarına kadar, ilginiz olan her yere bakın; buraları yönetenlerin, buralarda çalışanların büyük çoğunluğunun bu tür insanlar olduklarını göreceksiniz. Çünkü herkesin her işi yapabileceğini varsayan bu toplum böyle insanlar üretiyor.
Bu ortamda insanın kendisini sorgulamak yerine, her zaman başkalarında eksik ve kusur aramasına; hiç çekinmeden başkalarının alanında ahkâm kesmesine şaşmamak gerekir, çünkü özeleştiri eleştiriden çok daha zordur.
Kendisinin “dünyaya bedel olduğuna”; buna dayanarak her işi yapabileceğine inandırılan insanın özeleştiri yapması ise zor değil, olanaksızdır. Ülkemizde özeleştiri geleneği olmamasının ve her sorunun arkasında “dış kaynak” aranmasının nedeni belki de budur. Ne dersiniz?