Başlığı “Dutlar mı Dökülüyor, İnsanlık mı?” şeklinde yazmak istedim öncelikle. Sonra düşündüm, insanlık tarihi başlamadığına, insandan; insana, hayvana ve doğaya yönelik silahlı silahsız her türlü şiddet tüm ağırlığı ve yaygınlığı ile sürdüğüne göre, “İnsanlık Yok ki” dedim ve “İnsanlık” değil “insanlar” yazdım.

            Fırsat buldukça yazarım, söylerim. Gerçek “İnsanlık Tarihi” insana, doğaya ve hayvana yönelik her türlü şiddetin her yerde sonlandığı gün başlayacaktır. Şimdi sadece canlıların tarihi yaşanıyor. İnsanın, hayvanın tarihi.

            Türkiye’nin ve Dünya’nın iyi yönetilmediğine inanan bir insanım. Belki sizlere çok önemli gelmeyecek, belki sizi etkilemeyecek, hatta sizlere “Bunca sorun varken… “ dedirtecek insan-doğa ilişkisinden bir iki örnek vermeye çalışacağım. Vereceğim taze örneklerin, aslında bugünkü kuşakları, canlıları, toprağı, ağaçları, bitki örtüsünü, suyu ve havayı, tüm yaşantımızı çok yakından ilgilendirdiğine, hepimizi çok olumsuz etkilediğine inanıyorum.

            Değineceğim konu, Cumhurbaşkanlığı, TBMM Başkanlığı, siyasal partiler, Milli Eğitim Bakanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, valilikler, belediye başkanlıkları,  üniversiteler başta olmak üzere kamu veya özel her kesimi, hepimizi, gelecekte doğacakları bile etkilemektedir.

            Çok olumsuz, güzellikleri özlettiren, canlıların sağlıklı ve mutlu yaşamasını engelleyen  bir kentleşme, yapılaşma var evimiz dediğimiz Türkiye’de. Ormanlar, tarım alanları, tatlı veya tuzlu su kaynakları, vahşi insanın işgali altında direniyor.

            Ankara’dan genel bir örnek vereceğim. Ankara’da yükselen veya yayılan kamu ve özel kesime ait binalar, yapılar; yeşillikler, meyvelikler, tarım alanları, akarsular, ırmaklar, dereler yok edilerek inşa edilmiş, inanılır yazılı kaynaklara göre. Bu gerçek İstanbul için de geçerli, Trakya için de, Çukurova için de, her kentimiz için de.

            Kar veya yağmur suları, taş ve betonla üstü örtülen toprakla buluşamıyor kentlerde, doğrudan kirli suların akıtıldığı kanala gönderiliyor. Ağaçların yaprakları, ömrü sonlanan kabukları, üstünde yaşadığı toprağa geri dönemiyor. Dahası var, dut, erik, kiraz, vişne, kayısı, incir gibi meyveler, kentlerde insana ulaşamıyor, dökülüyor, ancak toprağa da geri gidemiyor, toprakla kucaklaşamıyor.

            Dut, çocukluğumdan itibaren, ağacında yediğimde yaşadığımı ve daha da yaşamak istediğimi söyleyen bir meyve. Evet, söyleyen, dudaklarıma ve dilime değdiğinde söyleyen, benimle konuşan bir meyve. Başlangıcı ve bitişi uzun değil, en fazla otuz gün gibi.  Ağacında ilk belirdiğinde umut veriyor, sonra da yavaş yavaş tat ve güç katıyor bana.

            Şu günlerde, kentlerde, gövdesi bir binanın bahçesinde, dalları sokağa taşmış bir dut ağacını gördünüz mü? Taş veya beton kaldırımlara baktınız mı, yüzlerce dutun arasından bazılarını ezerek geçtiniz mi? 45 yıl öncesinin lisanlı bir futbolcusu olarak çokça yürüyen bir insanım. Yollarda rastladığım dut ağaçlarının dallarına uzanır, “ hayat meyvesi” gibi toplarım biraz.

            Her yılın Mayıs ve Haziran aylarında hem mutlu olurum, hem de hüzünlenirim. Mutlu olurum, ağacı, dalları ve meyvesi ile buluştuğumda. Hüzünlenirim, vahşi insan türünün dut canlısının kollarını, dallarını kestiğini gördüğüm zaman.

            Çocuklar, gençler ve insanlar çıkmasın diye bilinçsiz bina yönetimleri ve sakinleri, dut ağaçlarının alt dallarını, kıyım yaparcasına keserler. Kesenlerin tümü de, yeşillik, ağaç, meyve ve sebze ile büyümüş, onlarca yıla ulaşmış köy kökenli insanlar. Ne köylülüğünü koruyabilmiş, ne de kentli olabilmiş, doğa ile çatışanlar. Yazık.

            Bu yaz, ne yazık ki, mahallemde,  dallarından dut yediğim 3 ağacın, sokağa da taşan  sapasağlam kollarını kesmişler, uzanamayacağım şekilde, çok yazık, çok yazık.

            Kaldırımlarda, asfalt yollarda, parklarda insanın ayakları altında ezilen, kuruyan, insana şöyle dursun, suya ve toprağa kavuşamayan dutlar. Ağaçla, çimenle, çiçekle, daldaki meyve ile ilişkisi kesilen çocuklar, gençler, erişkinler. İsimleri,  yazının dördüncü paragrafında yer alan  tüm kuruluşlar, aslında dutun değil, insanın, hatta kendilerinin taşlara ve betonlara döküldüğünü, yine kendi ayaklarının altında ezildiğini, toprak, üstündeki yeşillikler ve ağaçlar yok edildikçe aslında kendilerinin yok olduğunu göremiyorlar.

            Çoğunlukla bahçesindeki ağacı, meyveyi, yeşilliği ve çiçeği görmeden, kafa yerde veya sokakta binadan çıkan her yaştaki insanlar. Bakmıyor ki görebilsin. Ancak, çantasındaki sigara paketini ve çakmağı bakmadan da görebiliyor. Yerlere sigara izmariti ve başka çöp atarken de bakmıyor, bakmadığı için de göremiyor, göremediği için de utanmıyor.

            Burada son olarak diyorum ki.

            Bakmayan, görmeyen, giderek geldiği topraktan ve sudan kopan kuşaklar yetiştirmede öndeyiz. Böyle yetiştirilmiş kuşakların arasından çıkarak 4. paragrafta isimlerine yer verdiğim kuruluşlarda görevlendirilen yöneticiler ve çalışanlar da bakamıyorlar, göremiyorlar, duyamıyorlar.

            Dutlar değil aslında, insanlardır, topraktan, doğadan, sevgiden, barıştan, sağlıklı ve mutlu yaşamdan kopan, iletişim kuramayan, şiddete başvuran, vahşileşen, asfaltlara, betonlara, taşlara dökülen, ezilen, kuruyan, çürüyen, toz haline gelen.

            Haydi melek kişilikli, kadın, erkek insanlar. Dökülmeyin, dökmeyin, yaprakları, çiçekleri, yeşillikleri toprakla buluşturun, topraktan, sudan, meyveden, çiçekten  kopmayın, kirletmeyin.

            Cennet veya cehennem… İşte sizlere iyi bildiğiniz iki seçenek. Yine de, bir gün yerin üstündeki cenneti başaracaktır mutlaka, dökülmeyen insanlar. Dahası, dökülen insanları da kurtaracaktır dökülmeyenler.