Bir ülkenin gazetecisi çok talihli… Konu çok, sorun çok, kaynak çok… Ancak o ülke, basın özgürlüğü açısından çok talihsiz. Çünkü, bu ülkede basına, yazarlara baskı çok, tehdit çok, hakaret çok,  hedef gösterme çok, kimi ölümcül şiddet çok… Bu ülkenin adı, canım vatanım, evim, yedeği olmayan, yedeğini istemediğim TÜRKİYE…

Bir ülkenin gazetecisi çok talihli… Konu çok, sorun çok, kaynak çok… Ancak o ülke, basın özgürlüğü açısından çok talihsiz. Çünkü, bu ülkede basına, yazarlara baskı çok, tehdit çok, hakaret çok, hedef gösterme çok, kimi ölümcül şiddet çok… Bu ülkenin adı, canım vatanım, evim, yedeği olmayan, yedeğini istemediğim TÜRKİYE…

Hapishanelerdeki gazeteci ve yazar canlara buradan selam olsun. Ayrıca sevgi, dostluk ve umut gönderiyorum. Bakınız cezaevleri demedim, ceza almış demedim. Düşüncelerini, insan soyunun doğuştan kazandığı ifade özgürlüğü kapsamında kullanan gazeteci meslektaşlarımı, hapishanelerde tutsak eden kararlara asla ceza demem. Sadece karar…

Bu ülkenin, gazetecisi, kitap, şiir, öykü, oyun, belge yazarları için zengin kaynakları, zengin olayları var, var da, sıkıntıları tam anlamı ile şiddetin sarmalında.

Çocukluğumun ve daha sonraki yıllarımın, özellikle televizyonun ve sosyal medyanın olmadığı, radyonun yaygın olduğu 1960’lı yılların ve sonrasının beni çok etkileyen bir türküsü var. 16. Yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Halk ozanı Pir Sultan Abdal’ın, Sivas-Banaz yöresine ait bir türküsü. İlk iki dizesi şöyle.

“Derdim çoktur hangisine yanayım, yine tazelendi yürek yarası.”

2023 yılında da, derdimiz çok, konumuz çok, hangisine değil hepsine yanar yüreğimiz, biri kabuk bağlamadan diğeri ortaya çıkar.

Kadınlara yönelik cinayetlere mi, çocuklara, annelere, babalara yönelik şiddet çeşitlerine mi, orman yangınlarına mı, insanların neden olduğu sellere mi, ne yazık ki kadınların da içinde olduğu insanlar tarafından sokaklardaki ve doğadaki hayvanlara yönelik işkenceli şiddet çeşitlerine mi, doğdukları topraklardan, sulardan, denizlerden ve ailelerinden koparılarak, uçaklarla, gemilerle, yabancı ülkelere, elbette Türkiye’ye de getirilen canım hayvanlara mı, Yurdumuzdaki, komşularımızdaki ve Türkiye’den uzak yerlerde olmasına karşın diğer topraklardaki, bizi de yakan silahlı çatışmalara mı, şiddet çeşitlerine mi, insanları doğrayarak öldüren katillere verilen iyi hal indirimlerine mi yanalım?

Bunların tümü, yerleri ve tarihleri farklı da olsa, bir önceki yaralarımızın kabuk bağlamasına fırsat vermeyecek bir hızda ve yoğunlukta tekrarlanıyor.

Dahası da var eklenmesi zorunlu olan. Bunlara karşı, haklara saygı duyarak önlem alması gereken kamu kuruluşlarının, belediyelerin ve meslek örgütlerinin “sanki yoklarmış gibi” kayıtsız kalmalarına mı, eğitim diye önümüze konan etkisiz ve kaynaklara yazık eden politikalara mı yanalım?

Gözümüzün içine baka baka sokakları, parkları, kendi bahçesini izmarit mezarlığına çeviren insanlara mı, çocuklarının yanında sigara içen, onları zehirleyerek kötü örnek olan annelere, babalara ve yaşça büyük diğerlerinin vicdan, akıl ve bilgi ile ilgili sorunlarına mı yanalım, yetmez hangisini yazalım?

Cumhurbaşkanlarının, devlet başkanlarının, başbakanların, koca koca, kadın veya erkek siyasetçilerin, silahlı örgütlenmelere üye katmak için yaptıklarına mı yanalım, yetmez, hangisini yazalım? Yandığımızda, çığlıkları ve yazılarımızdaki kelimeleri, halklara nasıl ulaştıralım, nasıl?

Orman yangınlarını söndürmede, hayvanların yanışına engel olmada, devlet veya devletler çok yetersiz kalıyor, bizim gözyaşlarımızın göğsümüze veya içimize akmasına nasıl engel olalım, hangisine yanalım, hangisini yazalım?

27 Haziran 2022 tarihinde, Türk Ocakları İstanbul Şubesi, “İslam Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları” konulu bir sempozyum düzenledi. Belli ki, siyasal partiler de çağırıldı.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Millet İttifakı’nın CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ile birlikte Sempozyuma katıldı ve bir de konuşma yaptı.

Aralarındaki farklılıklara karşın, Türkiye’nin, siyasal parti genel başkanlarının ve yöneticilerini yüz yüze ve göz göze konuşmalarına, birbirlerini tanımalarına ve bazı konularda ortak çözümler üretmelerine aşırı derecede gereksinim duyduğu bir dönemde, bu davet, katılım ve konuşma çok anlamlı ve çok değerli idi.

Nitekim, Kemal Kılıçdaroğlu da bu içerikte bir konuşma yaptı. Katılımcılar da olumlu tepki ile daveti onayladı.

Hayret!… Evet hayret… İletişimde başarısız birkaç siyasetçi, üstelik biri, kimliğinde akademik kelime yazılı olanı bu davete, hiddetlenerek karşı çıktı. Oysa, şiddetsiz iletişim yöntemlerine, bir bilim insanı ve siyasetçi olarak öncelikle kendisi öncülük etmeliydi.

Mikrofonların, kürsülerin, medyanın yeterli bir iletişim aracı olmadığını önce, bu davete karşı çıkanlar bilmeliydi.

Yıllardan beri yazılarımda ve konuşmalarımda ısrarla, kararlılıkla ve umutla dillendiriyorum.

Ülkemin de, dünyanın da ana sorunu iletişimsizlik. Yüz yüze ve göz göze iletişim sağlandığında, farklılıklara saygı ve hoşgörü gösterildiğinde, bu iletişim yönteminde sabırlı olunduğunda, öfkelenilmediğinde, öfke yaşandığında ise kontrol edildiğinde insanların birçok doğruda uzlaşabileceklerine inanıyorum.

Konu, öncelikle iletişimle başlamalıdır. Kırmızı çizgi, masayı devirmek, masadan kalkmak insana yakışan değildir. Kırmızı çizgimiz elbette olacaktır. Ancak, herkesin kırmızı çizgisi var. Önemli olan o kırmızı çizgileri kanla, topla tüfekle, bombayla, silahla çizmemektir. İnsan bunu başarabilir.

İletişim kurulduğunda, gerisi gelir. Zorluk yine yaşanır, ancak gerisi mutlaka gelir. Çünkü iletişim başlangıçta ilk koşul, ancak yaşantının her alanında gerekli olan bir temel koşul.

Size iki örnek sunmak istiyorum.

Ankara 19 Mayıs Stadı yıkıldı. Çevresindeki tesisler yıkılıyor. Orada sporun temeli spor kulüpleri vardı, dernekler vardı, üst birlikler vardı. Ben dahil binlerce sporcunun, gazetecinin, spor insanının anıları vardı. Sorulmadan yıkıldı, yıkılıyor, neler yapılacaksa onlar da büyük bir olasılıkla sorulmadan olacak.

Bir mahalleye, bir köye “Kentsel Dönüşüm” diye, muhtarlara ve muhtarların önderliğinde halka sorulmadan girişim başlatılıyor. Halk evlerini, tarlalarını terk etmeyince devreye polisler veya jandarmalar giriyor. Halk ile halkın çocukları itiş kakış. Yakışmaz görüntüler. Ağlayan anneler, korkan çocuklar. Belki de mezarlarında ellerinden bir şey gelmediği için acı çeken büyük anneler, büyük babalar, gerçek “Ata”lar.

Aslında “Kentsel Dönüşüm” dedikleri, bana göre “Kentsel Ölüşüm”. Kan ve gözyaşının üstüne ne kentsel dönüşüm başarılır, ne demokrasi, ne huzur gelir. Bir de çoğumuzun “Beddua” diye bildiği içten yakarışlar ürer. Siz o dönüşümle hayvanları ve insanları kovarsınız, birilerine büyük maddi kazançlar sağlarsınız, o topraklara da içi güzel, dışı çirkin “Hapishane evler” inşa edersiniz. Gelecekte ne olacağı belirsiz binalar.

Geçmişte “Ben devletim” diyerek halka ve halkın seçtiklerine, derneklerine, birliklerine sormadan çok yanlışlar yapıldı. Bugün de öyle. Çocukluğumda, gençlik yıllarımda olduğu gibi, bugün de “iletişim, halkla ilişkiler, hedef kitleyi kararlara ortak etmek, uzlaşmak, bir anlamda demokrasi ve adalet” konularında sınıfta kalmışlarla yaşamayı sürdürüyorum, umudumu hiç yitirmeden.

Ancak, “derdim çoktur hangisine yanayım”, konu ve insanın ürettiği sorun çoktur hangisini yazayım?