Ressam, yazar Ziya Buyuk’un İzan Yayıncılık aracılığıyla okuyucusuyla buluşturduğu “matbaa” isimli romanında okudukça hayrete düştüğünüz anıları...
Ressam, yazar Ziya Buyuk’un İzan Yayıncılık aracılığıyla okuyucusuyla buluşturduğu “matbaa” isimli romanında okudukça hayrete düştüğünüz anıları görüyorsunuz.
Matbaa’da 12 Eylül dönemine dair yaşananları ve tanıklıkları okurken bir taraftan da SGB’nin 12 Eylüle dair tespitlerini ve değerlendirmelerini okuyorsunuz. Tabii ki bir de hiç matbaacılığı bilmediği halde üstelik ofset matbaacılığını, inancının ışığında nasıl başarıldığının hikayesini.
12 Eylül Darbesi ve sonrası ile ilgili o kadar çok anı, roman, öykü ve değerlendirme yazıları yazıldı ki bir kesim yeter artık derken diğer bir kesim de herkes yaşadıklarını yazmalı diye görüş belirtiyor. Ben de herkes yaşadıklarını yazmalı diyenlerdenim. Genel olarak; gözaltılar, işkenceler, ölümler, sakat kalmalar, tutsaklara yapılan fiziki ve psikolojik işkenceler bilinse de her yazılan kitabı okuduğunuzda bu da mı yaşandı dedirten türden olaylarla karşılaşıyorsunuz.
Matbaa Romanı’nda da yukarıda saydıklarımın hiçbiri yok. Ne mi yok. Gözaltı yok, işkence yok, tutuklama yok. Ne var peki. Örgüt içinden eli kalem tutan, becerikli, ressam Pertev’in matbaa/örgüt adına yaptıkları var. Başında ciddi bir örgüt disipliniyle başlayan, daha sonra kendi sosyal çevresini oluşturan ancak hiçbir zaman “matbaa”ya halel getirmeyen bir Pertev var.
Pertev’in acemice de olsa aşkları var, matbaa adına başarıları var, matbaaya ve kendilerine bireysel de olsa geçinebilmek için maddi kazanç amacıyla çabaları var.
Nazım parti kongresi için yurtdışına çıktığında yerine gelen “iş ortağı” Önder’le uzlaşamaması var.
Altı çizilmesi gereken en önemli detaylardan birisi de 1980 yılından sonraki beş altı yılda meydana gelen olayların kronolojik olarak yaşadıklarının içinde gazete manşetlerinden ve hafızasından verilişi var.
Ziya Buyuk sıkılmadan okuyacağımız yaşam/roman da diyebileceğimiz bir “roman” almış kaleme iyi de etmiş. matbaa’nın okuyanı çok yolu açık olsun.
Matbaa’dan bir bölüm paylaşarak yazımı bitirmek istiyorum.
“Pertev Hacı’yı SGB merkez yöneticisi, üstelik Bartınlı bir hemşerisi olarak tanıtmıştı ilk defa. Darbe öncesi Ankara olsun, Zonguldak olsun, Bartın olsun çok kez bir araya gelmişliği vardı. Pertev Zonguldak’tan ayrılacağı günlerde Hacı’yla görüşmüş, İstanbul’da buluşmak üzere randevulaşmışlardı. İstanbul’da da şimdi örgüt bağını onunla sürdürüyordu. Bilinen evlerde kalma imkânı ortadan kalkınca, örgüt yöneticileri için güvenli ikametgahlar önem kazanmıştı. Bu yeni ev’de güvenli limanlardan biriydi. Hacı kısa süre sonra evin bir diğer sakini oldu. Onun için bir somya daha temin etmeleri zor değildi. Birkaç gün içinde, aralarında bir de kasetçalar olan eşyalarını getirdi Hacı. Giysilerini duvara asmak için birkaç çivi daha asmak zorunda kaldılar.
Hacı’nın giysilerine sarılmış küçük paketten çıkan, yaklaşık A5 boyutundaki “İşçi Gerçeği”ni ilk kez gördü Pertev, eline alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Örgüt, bu şartlarda yayın çıkarabiliyordu! Bu sevindirici, aynı zamanda gurur vericiydi! Darbe önce yasal olarak çıkan “Kitle” ve Genç Sosyalist” yoktu artık, daha küçük ebatta yayın vardı! Darbe örgütü çökertememişti demek!
“Usta bu dergi nasıl çıkıyor? Teksir işi değil, matbaa işi bu!” diye, sordu, Pertev.
Hacı; “Yurtdışında basılıyor, Türkiye’ye nasıl geldiğini bilsem de söyleyecek değilim!” derken, bir illegalite kuralını hatırlatmak istiyor gibi baktı Pertev’e.
Partinin, bir komünist partinin illegal temelde örgütlenmesi gerektiği tezi hayat bulmuştu işte! O sırada Hacı, destancıların boynuna asarak dolaştığı türden kasetçaları fişe taktı, var olan iki kasetten birini kapaklı yuvaya soktu, start düğmesine bastı; “bu da geeeçeeer, bu da geçeeer…”