Kitapta geçen “Karakolda Ulaş Bardakçı ile Karşılaşmak” öyküsünde de olduğu gibi, kiminle nerede karşılaşacağımız belli olmuyor. “Ubuntu” etkinliği için Antalya’ya gittiğimde tanıştım Öğretmen, Şair, Yazar, Hukukçu Yalçın Duman’la. 

Uzun yıllar ikimizin de Ankara’da yaşamamıza ve aynı çevrelerde bulunmamıza rağmen tanışma fırsatımız olmamış. Gerek Barış Kitap gerekse İzan Yayıncılık’tan çıkan kitaplarına aşinaydım ancak kendisiyle yüz yüze tanışmamıştık. 

Sizlerin de tanıması için öncelikle ARAFTA KALAN HAYATLAR Kitabında yer alan biyografisini paylaşmak isterim.

Şair, Yazar ve Avukat Yalçın duman, 1957 yılında Artvin Şavşat’ta doğdu. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.     

Lisans öğreniminin son iki buçuk yılında, Ankara Belediyesi’nde işçi olarak çalıştı. DİSK/Genel-İş sendikasında, sendikal faaliyetlere katıldı. DİSK’in Ankara Tandoğan Meydanı’nda 20 Mart 1978 günü gerçekleştirdiği sendikal eylemde, ( İstanbul Üniversitesi’nde öldürülen öğrenciler için düzenlenen protesto eyleminde) gözaltına alındı ve tutuklandı. 

Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nde bir süre tutuklu kaldı. Yargılama sonunda sendikacı arkadaşlarıyla birlikte beraat etti.1979 yılında lisans öğrenimini tamamladıktan sonra on altı yıl farklı liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. 

     Edebiyat öğretmenliği sırasında, 1988 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başladı ve 1995 yılında mezun oldu. Yirmi dört yılda beri Ankara’da serbest avukat olarak çalışmakta. Avukat olan iki oğlu ile Duman Hukuk ve Danışmanlık Ofisi’ni kurdu. Üç şiir ve bir inceleme kitabı bulunan Yalçın Duman’ın 1975 yılından buyana birçok sanat ve edebiyat dergisinde yazı ve şiirleri yayınlandı.

ARAFTA KALAN HAYATLAR denildiğinde herkesin aklında farklı şeyler çağrıştıran bir cümle. Bu cümlenin altına 78 Kuşağı(m) yazınca ne denilmek istendiği biraz daha netleşiyor. Daha da altına, MİKRO BELGESEL ROMAN yazınca kitabın neden söz ettiği anlaşılıyor. Asıl anlaşılacak şeyler ise kitabın içindeki başlıkların altındaki ayrıntılardadır.

 Araf; dinsel inanca göre cennet ile cehennem arasında bulunan bir yer. “Arafta Kalmak” sözcüğü bana; yapılan devrimci mücadelenin başarıya ulaşılamadığını anlatıyor, ya da öyle anlıyorum. Bunu açıklamamın nedeni; ‘78 kuşağının ‘68 kuşağının devamı olduğudur. Yoksa, “Cennet ile Cehennem” ya da doğru ile yanlış arasında ne yapacağını bilmez bir durumda olmak değildir.”

 ARAFTA KALAN HAYATLAR kitabında; Duman’ın kendi öykülerinin dışında, yaşayanlarından derlediği ve öykü diline çevirdi öykülere ek olarak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar öykü de sahibinden geldiği gibi kitapta yer almış.

 Her ne şekilde kitaba girmiş olursa olsun, her öykü düne ışık tutan, ‘68 ve ‘78 kuşağının yaşadıklarına ve yaşayamadıklarına dair düşünceler yer almakta. Bir kitabın adı ve kapak görseli çoğu kez kitabın içindeki yazılanların ipuçlarını da verir. 

Duman’ın, usta kaleminden çıkan ve diğer öykülerde; özellikle ‘78 kuşağının geçmişten günümüze yaşadıkları ve yaşayamadıkları anıların içine serpiştirilerek söz yerindeyse “Zülfü yâre dokunmadan” irdelenmiş. Örneğin, Kadın erkek ilişkileri, cinsellik, sol içi çelişkiler, tartışmalar, kavgalar, 68 kuşağı ile kıyaslanarak okuma alışkanlıkları ve kültürel birikimler…    

 Ben de o günleri yaşamış birisi olarak, yazılanların benzerlerinin okuyarak ya da zaman zaman içinde yer alarak tanıklığım var. Her olaya ve yaşananlara herkesin farklı bir yorum getirdiğini görmekteyim ve getireceğine de şüphem yok. Çünkü bakmak, görmek ve niyet olaylara bakış açımızı da belirler.

Her okuyanın da konuları farklı değerlendireceği gibi.

ARAFTA KALAN HAYATLAR Kitabından birkaç alıntıyla yazıma son vermek istiyorum.

 “1978 yılı Mart sabahı erken bir saatte, Ankara Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne gittiğimde, sayıları 100 civarında olan genç işçi arkadaşımız toplanmıştı. Şimdiki Atatürk Kültür Merkez yanında yer alan iş yerimiz olan Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nde toplanıp Tandoğan Meydanına doğru yürümeye başladık. Nedense bu sendikal eylemde 150 civarında genç işçiyiz, bir tane dahi orta yaş grubundan işçi yok. Oysa DİSK’in Ankara’daki işçi sayısı on binlerle ifade edilir. Bırakın işçileri aramızda ne sendika şu başkanımız Cemal Aslan ne şube sekreterimiz Oğuz Kızıltan ne yönetim kurulu üyeleri ne de diğer şubelerin yöneticileri var. Güya, DİSK’in sendikal eylemi. Genel-İş’in sarı sendikacıları, muhtemelen sıcak yataklarından kalmamışlar ve sendika ofislerinde konforlu koltuklarına henüz oturmamışlardı. Yalnız bir kişinin hakkını yememek lazım o da Genel-İş Sendikası 3 No’lu Şube Başkanı Ömer Çiftçi 150 işçinin arasında tek sendikacı o var.” 

Yalçın Duman’ın yazdıklarında da anlattığı gibi; üç yılı aşkın Genel-İş Sendikası’nın matbaasında çalıştığım sürede de çok farklı bir durum yoktu. Her etkinliğe katılan iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki arkadaşlar da bireysel olarak sınıf bilinci almış arkadaşlardı. (Genel Merkez düzeyinde)

 “Baki Beydağ, iyi eğitimli entelektüel küçük burjuva bir aileden geliyordu. Babası üst düzey bir bürokratı; özel şoförler siyah makam arabaları vs.

Bir gün bir sohbette; “Sevgili Baki, sen neden sosyalist oldun, ekonomik problemi olmayan bir aileden geliyorsun” demem üzerine cümlemi tamamlamaya fırsat vermeden söze girdi. 

 “Bu ülkede ve Güney Amerika'da, sosyalist liderler büyük çoğunlukla halkını savundukları sınıftan çıkmazlar. Che Guevara, Sinan Cemgil, Mahir Çayan, Bülent Uluer vs. En azından ‘küçük burjuva’ denen ailelere ve hatta daha üstlerine mensupturlar. Somuttur ve bence incelenmeye değer bir sosyolojik olgudur” diye bir solukta cevapladı sorumu”

 Ömer Öneren’in öyküsünden bir kesit; sol içi kavgalara kendini çok kaptırmış bir öğretmenin düşman saydığı sol fraksiyondan öğrencilerin listesini MHP’li öğretmenlere vererek: “Bunlar komünist, bunlar öğretmen olmasın!” dediğine, Türkçe öğretmeni Ömer Öneren de tanık olmuştu. Bu da aynı ideolojideki klik çatışmasının hangi boyutlara ulaştığının görülmesi bakımından ilginç bir örnektir.

 Ayrıca TÖB-DER içinde, birlik dayanışma grubundan, Necla Kaya adında başka bir öğretmen daha vardır. Ömer Öneren TÖB-DER lokalinde en çok Birlik-Dayanışma grubu öğretmenlerinden Necla Kaya ve arkadaşlarıyla tartışır, en çok da onları eleştirirdi. Ancak her koşulda eleştiri ve yoldaşlık değerlerini özenle korudu. 

 Hayat bu şekilde devam ederken, 1980 yılında Kenan Evren’in faşist cuntası darbeyle iş başına geldi. Darbeden kısa bir süre sonra, Ömer Öneren’i kollukta görenler, işkencenin O’nun vücudunda açtığı ağır yaralara tanık olmuşlardı. Bu tanıklıktan sonra Ömer Öneren ortadan kaybolunca dostları onun öldüğüne dair söylentiler çıkarmışlardı. Oysa o ölmemişti; Balıkesir Cezaevi’ne götürülmüştü. 

Cezaevine girdikten sonra, ilk ziyaret gününde ziyaretçisinin geldiği anons edilince, Ömer Öneren şaşkınlık geçirmiştir; zira ziyaretine gelecek kimsesi yoktur. Görüşme yerine gittiğinde, 78’in değil ama 68’in o muhteşem geleneği olan eleştirilerde ve tartışmalarda yoldaşlık değerlerini korumak donanımıyla, zor günlerin dostu Necla Kaya’yı görmüştür. 

Dost sıcaklığıyla söyleştiler. Necla, bir miktar para da getirmişti. Bu muhteşem devrimci dostluk ve tavır karşısında çok duygulanan Ömer Öneren, içinden mırıldanarak; ‘Güzel günler gölgen olsun Necla!’ dedi. 

Necmettin Yalçınkaya’nın öyküsünden; “Çorbanın içinde bir tek fasulye tanesi var” diyor.” Elbeyi, “Kimin tabağından çıkarsa, bulaşıkları o yıkayacak; yok ben duymadım, haberim yoktu filan anlamam.

Necmettin çorbaya kaşığını daldırır daldırmaz fasulye kaşığına geldi, ancak çaktırmadan onu Orhan’ın tabağına attı. Orhan, ilk kaşığı çorbaya batırır batırmaz, “Hay ben böyle şansın, fasulye bana isabet etti!” Gülüştüler. Yemek sonrası Orhan, elinde bulaşık süngeri kederle bir uzun hava tutturup söylüyor.

 Birkaç gün sonra, yine yemekteler. Necmettin Orhan’ı ve Suat’ı yemeğe çağırıyor. Suat geliyor ancak Orhan; “Hayvan terli, yemezler!” diyerek gelmiyor. Çünkü Necmettin’in kendine çevirdiği fırıldağı farkına varmıştır.