Hemen hemen her zaman dinler ve diller arasında hep bir çatışma olagelmiştir.

Çok büyük ölçüde dinleri kendi iktidar ve hegemonya alanı olarak gören ruhban sınıfları toplumun yaygın konuştuğu dil ile dinlerin kullandığı dil arasında farklılık olmasını daima savunmuş ve menfaatine uygun bulmuştur. Ruhban sınıfı bu sayede toplumda kendine vazgeçilmez bir yer edinme, insan ve tanrı arasındaki olmazsa olmaz bağlantı noktası olma lüksünden elbette vazgeçmek istemeyecektir.

Zannetmeyin bu konu sadece İslam dini ve Türkçeye özgü bir sorundur. Orta Çağda Hristiyanların kutsal kitabı İncil Latince idi ve başka bir dile çevrilmesine Vatikan asla izin vermiyordu. 1521 yılında Martin Luther Wartburg'da İncil'in Almancaya tercüme etmeye başladığında ve ayinler Almanca düzenlendiğinde de Papalık ve Katolik kilisesi küplere binmişti.

1517 yılına William Tyndale isimli bir papaz “çift süren bir oğlan ile bir piskopos, Tanrı’nın kelamını eşit derecede anlayabilsin” diyerek İncili İbranice ve Yunanca’dan İngilizce’ye çevirmeye girişti. Kilise ve kral İncil’in herkes tarafından anlaşılmasına yol açacak bu girişime şiddetle karşı çıktılar. William Tyndale Avrupa’ya kaçtı ve orada bastırdığı İngilizce İncilleri adaya gönderdi. İncili İngilizce’ye çevirdiği için kilise ve krallık peşine düştü 1535 yılında onu Brüksel yakınlarında yakaladılar, bir kaleye kapatarak, işkence ettiler. Bir yıl sonra dinen kabul görmüş değerlere aykırı davranmaktan idama mahkûm edildi. 1536 yılında boğazlanarak öldürüldü ve ardından cesedi yakıldı.

Hristiyan dünyasında durum böyleyken İslamiyet’in yayılması sonrasında din ve dil ilişkisi bakımından Türk dünyasında neler yaşanmıştı?

Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. Bu çeviri üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içermektedir. Bu çeviride kullanılan dil, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir.

Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran ise Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesinde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yazılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır.

Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayında hem de Konya Mevlana Müzesinde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, orta çağa tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.

Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesinde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir.
Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmele “Başladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı: “Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı...”

İslam Dünyası'ndaki ilk matbu Kuran ise Osmanlı coğrafyasında basılmıştır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası, 1841 yılında bir Türkçe Kuran basmıştı.

Sultan II. Abdülhamit tarafından Galatasaray Mektebi Sultanisi Müdürlüğüne getirilen Ali Suavi, Abdülhamit iktidarında Ayasofya ve Beyazıt camilerinin kürsülerinden, halkla, halk dilinde ve halkı uyandıracak hutbeler vermiştir, Suavi, sürekli olarak Türk dilinin özgürlüğünü savunurdu. Dil davasında kesinlikle hutbelerin ve namaz surelerinin, Türkçeleştirilebileceği ve Türkçe namaz kılınabileceği fikrini savunuyordu. Suavi'ye göre, "hutbede Türkçe kullanılması zaruret, namazda ise Türkçe cevazdı"

1908 devrimi sonrasında Meşrutiyet’in ilanıyla hız kazanan Türkçe Kuran çalışmaları, erken Cumhuriyet döneminde de sürmüştür.

Büyük şairimiz Ziya Gökalp, ünlü eseri Türkçülüğün Esasları’nda şunları söyler: “Dinî Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediklerini anlayamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz.
İmam-ı Azam hazretleri, hatta ‘namazdaki surelerin bile millî lisanda okunmasının câiz olduğunu’ beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır...”

Cumhuriyet’in ilanını takiben Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine Meclis, devlet eliyle Türkçe bir meal yapılması kararını aldı ve bu karar sonucunda, Elmalılı Hamdi Yazır’ın 9 ciltlik ünlü “Hak Dini Kuran Dili” adlı eseri ortaya çıktı.

Görüldüğü üzere Kuran’ın Türkçeye çevrilerek okunması çok eski tarihlerde, kadim çağlarda başlamış ve günümüz Türkiye’sinde Türkçe Kuran epeyce kabul görmüş ve yaygınlaşmıştır.

Fakat ezan meselesi üzerinde hala çok ciddi bir tartışma vardır, oysa İmamı Azam Ebu Hanife, ezanın Arapça dışında bir dilde de okunabileceği yönünde açıkça fetva vermiştir ve “Ezan Farsça da okunabilir. Yeter ki ezan olduğu bilinsin. Eğer ezan olduğu bilinmezse okunması caiz değildir.” demiştir.

Tarihî kayıtlarda, ezanın Arapça dışında başka bir dilde okunması uygulamasına ilişkin Cumhuriyet döneminden yüzyıllar önce de örneklerin bulunduğunu görülmektedir. Nitekim Ebu Bekir Muhammed b. Ca’fer en-Nerşehi, “Tarih-u Buhara” adlı kitabında “Emir Kuteybe Hicrî 94 (Miladî 712) yılında Buhara Zerdüşt ateşgedesini yıktırdı. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Farsça yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu gibi, namaz da Farsça kılınıyordu.”  demektedir.

Kuzey Afrika’nın bazı bölümleri ve Endülüs’te kurulan Muvahhidûn Devleti’nin kurucusu Berberi İbn Tumert hem ezanı Berberice okutmuş ve hem de namazın Berberice kılınmasına izin vermişti.

Netice itibari ile ezan bir çağrıdan ibarettir, kimse ezanın ilahi bir kelam olduğunu da iddia etmemektedir. Birçok mezhep ve ülkede ezan farklı farklı okunur.

Kuran dili üzerinde bile genel bir uzlaşı sağlanmışken, ezanın dili ve geleneği üzerinden kıyamet koparmanın, din elden gidiyor diye siyaset yapmanın da pek bir anlamı yoktur.

Demokratik, seküler ve özgür bir ülkede isteyen, istediği dilde istediği ibadeti yapmakta yahut da yapmamakta serbest olmalıdır.

Ezanın Arapça okunmasını savunmak ne kadar meşru bir haksa, Türkçe okunmasını savunmak da en az o kadar meşru bir haktır, devlet ve siyaset bu hakkın kullanılmasını engellememelidir.

Ziya Gökalp’ın aşağıdaki şiiri ise asla unutulmamalıdır

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!