1999 yılında oğlum, “İstanbul’da deprem olmuş” diye haber verdiğinde, ben “sonunda oldu ha” deyince şaşırmış ve “sen deprem olacağını biliyor muydun” diye sormuştu.
Yalnız ben değil, ülkedeki kentleşmeyle, yapılaşma düzeniyle, kentlerin yayılma biçimleriyle, insanların barınma koşullarıyla ilgilenen; konuya bilimsel doğrularla yaklaşan herkes İstanbul’da büyük bir deprem bekliyordu. Üstelik, ilgili bilim insanları beklemekle kalmıyor, başta ülke ve kent yöneticileri olmak üzere tüm insanları, bir afet yaşanmaması için uyarmaya çalışıyorlardı.
Ancak söyledikleri, bir-iki gazete dışında hiçbir yayın kuruluşunda yer almıyor; onları kimse dinlemiyordu. Çünkü, eleştirileri, önerileri, sürüp giden kentleşme ve yapılaşma düzeninden az ya da çok çıkar sağlayan izleyici kitlesinin ve onlara dayalı siyaset yapan yönetimlerin işine gelmiyor, ilgisini çekmiyordu.
1999 Gölcük depreminin yarattığı ölüm korkusu, toplumda konuya duyarlılığı bir anda artırdı. Gazetelerde, televizyonlarda haftalarca deprem üzerine yayınlar yapıldı. “Deprem uzmanları” en popüler insan oldular. Kendilerine pratik bir yarar sağlamasa da insanlar “depremin büyüklüğünü, şiddetini, derinliğini, fayları, öncüleri, artçıları vs.” öğrendi.
O günlerde, öne çıkan uzmanlardan, “deprem dede” diye anılan jeofizik mühendisi, merhum Ahmet Mete Işıkara’nın sürekli yinelediği “deprem değil binalar öldürür. Depremle birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” sözleri ile yaptığı uyarıların ülkede karşılık bulacağını ummuştum ama kısa süre sonra yanıldığımı anladım.
Zaman geçtikçe, deprem korkusunu kazanca çeviren “becerikliler(!)” ve onlara para kaptıranlar ile korkuyu paranoya düzeyinde yaşayan az sayıda insan dışında depreme ilgisini koruyan pek kalmadı.
O zamandan bugüne değin, Türkiye’nin kentleşme ve yapılaşma düzeninde esasa ilişkin değişiklik de olmadı. Geçen yıl Kahramanmaraş ve çevresinde on binlerce insanımızı yitirdiğimiz deprem, 24 yılın nasıl boşa harcandığını gösterdi.
Doğa bu kez, Türkiye’ye aynasını Kahramanmaraş dolaylarında tutmuş, gerçekliğimizi açıkça sergilemişti.
***
23 Nisan 2025 günü, bu kez İstanbul orta büyüklükte bir depremle sarsıldı.
Yetkililer, yetkisizler, sorumlular, sorumsuzlar ve deprem uzmanları her depremden sonra olduğu gibi hemen konuşmaya başladılar.
“Uzman” diye bilgisine başvurulanlar, depremin büyüklüğünden, şiddetinden, derinliğinden, faylardan, öncülerden, artçılardan, bekledikleri asıl İstanbul depreminden uzun uzun söz ederek mesleki doyum yaşadılar. Merhum Işıkara’nın hiçbir işe yaramamış sözlerinin yinelendiği “boş muhabbetlerle” insanlarımıza “deprem bilinci” aşılanmaya çalışıldı!
Yetkili ve etkili konumda bulunanlar ise yaptıkları açıklamalarla, “depreme hazırlık önlemi” olarak, eski(!) yapıların yıkılması ve yerlerine “kentsel dönüşüm” adıyla yenilerinin yapılmasından öte bir şey düşünmediklerini gösterdiler. “Allah’ın, depremin büyüklüğünü 6,2’de tutarak İstanbul’u koruduğunu” da sözlerine eklediler. Bu konuşmalarından, yetkililerin başka bir şey yapmaya niyetlerinin olmadığını ve kentlerimizi Allah’a emanet ettiklerini anladık.
Bu muhabbetler, toplumdaki mevcut yapılara güvensizlik endişesini eski(!) yapılar üzerinde yoğunlaştırıyor. 2000’li yıllardan önce yapılmış yüz binlerce eski(!) yapının varlığı, 1999 depreminden sonra, bu endişeyi kullanarak oluşturulan “yapılarda deprem riski incelemesi, güçlendirme ve yık-yap piyasasına” destek oluyor.
Belki de bu nedenle, o muhabbetlerde yer alanlar, Bizans’tan, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’in ilk döneminden kalan çok çok eski yapılar sapasağlam duruyorken, son 75 yılda yapılmış yüzbinlerce yapının depreme dayanıksızlığının nedenlerine değinmiyor.
Onlar değinmese de her biri doğanın Türkiye’ye tuttuğu ayna olan bütün depremler, o nedenleri, hem de ayrıntılarıyla gösteriyor. Merak edenler oraya bakıp açıkça görebilirler.
***
SORUN, ÜLKEDEKİ KENTLEŞME BİÇİMİ VE KENTLERDEKİ YAPILAŞMA DÜZENİDİR.
Bakmasını bilenler için, her deprem;
KAMU YATIRIMLARINDA;
- Büyük bölümü hiçbir teknik öğrenim görmemiş ve sayıları yüz binlere varan müteahhitlerin bütün -alt ve üstyapı- inşaat süreçlerindeki egemenliğini,
- Devlet ihale yönteminin, müteahhit adı verilen birtakım insanlara kamu kaynaklarını aktarma aracı olarak kurgulanmış olduğunu,
- Denetim ve kabul görevlilerince, inşaatlardaki kusurlu/eksik imalatın çoğunlukla inisiyatif kullanılarak hoş görüldüğünü,
- Yapının en ucuz maliyetle üretilmesi için projede, teknik şartnamede ve yapım sırasında ihmal edilen yanları,
- İnşaatlar için yıllık birim fiyatlar belirlenirken yapılan hesaplarda müteahhit karı yüzde 25 alınmasına karşın, bu oranın da üstünde indirimle “en iyi teklifi” vererek ihaleyi kazanan müteahhidin nasıl para kazandığını,
- Milyarlarca liralık ihalelerin milyonlarla ifade edilen hak edişlerini düzenleyen mühendislerin aldıkları acınacak düzeydeki aylık ücretle nasıl çalıştıklarını,
ÖZEL İNŞAATLARDA;
- Teknik denetimin özelleştirilerek kamu denetiminden vaz geçilmesi ve denetleyici özel firmaların verdiği hizmetin karşılığını denetlenenden almasındaki garabetin yarattığı denetim zayıflığını,
- TMMOB içindeki meslek odalarının proje denetim yetkilerine son verilmesinin nelere yol açtığını,
- En çok kazanma güdüsüyle, yapımda eksik donatı ve yanlış malzeme kullanıldığını, kötü işçiliği,
- Başlıca mühendislik kurallarına karşı umursamazlıkları,
- Resmi kayıtlarda yapım sorulusu görünen mühendislerin ve mimarların bu sorumluluğunun yalnızca kâğıt üzerinde kaldığını,
- Yapının sağlamlığından çok görünüşünün önemsendiğini,
- Mimarlık, mühendislik hizmeti ve ruhsat alınmadan binalarda yapılan değişiklikleri,
KENTSEL GELİŞMEDE;
- 75 yıldır çıkarılan onlarca “imar affı” yasasına, “kentlerin sağlıksız yapılarla dolu mahallelerle en olmayacak yönlerde genişleyeceğini” belirterek karşı çıkanların haklılığını,
- Teknik ve sosyal altyapısı bulunmayan geniş kamu arazilerindeki kaçak yapılaşmanın engellenmemesi ve imar planlarının bu tür yapıları yasallaştırma aracı olarak kullanılması ile nasıl “toplu ölüm alanları” yaratıldığını,
- Kent çevresindeki, tarım için ideal, yapılaşma için riskli tarlaların arsaya dönüştürülmesiyle yaratılan rantın bedelinin birçok insan için “depremde ölüm” olduğunu,
- Kişiye özel imar planı değişiklikleriyle, altyapısı yetersiz, yoğunluğu çok alanlarda fazladan yapılaşma hakları verilerek yöredeki
- Hiçbir analize, hesaplamaya ve değerlendirmeye dayanmaksızın alınan kararlarla kentin çeşitli alanlarında yoğunluk artışı yapılmasıyla, deprem sonrası yaşamın sorunlarının katlanarak büyümesine yol açıldığını,
- Islah etme bahanesiyle kent içindeki derelerin üzerinin örtülmesi, yatağının daraltılması ve çevrelerinde yapılaşmaya izin verilmesiyle; kuru dere yataklarının, havzalarının ve tarih boyunca birikmiş alüvyonlarla oluşan deltaların imara açılması ya da buraların işgaline göz yumulmasıyla, kentte deprem riski çok daha yüksek alanlar yaratıldığını,
KENTLERİN YÖNETİMİNDE;
- Hem yöneten hem de yönetmeye talip olanların başlıca siyaset malzemesinin yeni yapılaşma olanakları yaratarak mal sahiplerine haksız kazanç (rant) sağlamak ve bu kazancı üleştirmek oluşunu,
- Sorumluluk taşıyan gelmiş geçmiş başbakanlar, bakanlar, belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri ve onların kabul edilemez isteklerine karşı çıkmayan, mesleklerini kamunun değil onların hizmetine sunan mimarlar, plancılar, mühendisler, bürokratlarca işlenen kent suçlarını,
KENT YAŞAMINDA;
- Kentte yaşamanın kuralları ve bedeli olduğunu içine sindiremeyen; bir şekilde sahip olduğu arazide, ne pahasına olursa olsun yaratılacak rant sayesinde, çalışmadan ve üretmeden servet edinme umudunu asla yitirmeyenlerin, sonuçları düşünülmeden karşılanan beklentilerini,
Örnekleriyle sergiliyor.
***
Bunların tümü, doğanın aynası olan depremlerin gösterdiği, ÜLKEDEKİ KENTLEŞME BİÇİMİNİN VE KENTLERDEKİ YAPILAŞMA DÜZENİNİN ayrıntılardır ama Türk insanının kanıksadığı ve üzerinde hemen hiç durmadığı Türkiye gerçekleridir.
Nitekim deprem sonrası muhabbetlerde bu gerçekler hiç gündeme gelmez / getirilmez. Ölüm korkusuyla dehşete düşmüş insanlar, “deprem anında yapılması gerekenlerle, deprem çantasıyla, toplanma alanlarının varlığı/yokluğu tartışmalarıyla, insanlara pratik yararı olmayan yaşanmış depremle ilgili teknik ayrıntılarla, farklı düşünen uzmanlar arasındaki çekişmelerle, kentsel dönüşüm masallarıyla” oyalanır.
Amaç bellidir:
SORGULANMASI İSTENMEYEN,
“EGEMENLERE ÇALIŞMADAN / ÜRETMEDEN KAZANDIRAN KENTLEŞME VE YAPILAŞMA DÜZENİNİN”
TARTIŞILMASINI GÜNDEM DIŞINDA BIRAKMAK.
Boş muhabbetlerin gürültüsü ile amaca ulaşılır; bilim insanlarının ve onlara güvenenlerin, depremin de doğruladığı söylemlerindeki, doğa olaylarını afete dönüştüren düzene yönelik eleştiriler ve nesnel bilgiye dayalı çözüm önerileri o gürültü içinde duyulmaz olur.
***
1860’lı yıllarda, Osmanlı sadrazamı olan Keçecizade Fuat Paşa aydın ve açık sözlü bir insanmış. Siyasi başarıları, keskin zekâsı, esprileri ve hazırcevaplığıyla ünlüymüş.
Bir gün Avrupalı bir elçi ile görüşürken, elçi Osmanlı Devleti’ne boş sözlerle övgüler yağdırınca Fuat Paşa’nın, elçinin sözünü kestiği ve “Haklısınız. Siz dışarıdan, biz içeriden bir türlü yıkamadık!” dediği anlatılır.
Her depremden sonra yapılan boş muhabbetleri izlerken hep Keçecizade Fuat Paşa’nın sözleri aklıma geliyor ve Osmanlı’nın sonunu anımsayarak düşüncelere dalıyorum.
Kentlerimizin çoğunun, dışarıdan ya da içeriden yıkılamayacak niteliklere sahip olduğunu biliyorum ama “bu düzen değişmedikçe, depremlerle ya da bir başka biçimde, onların da sonu Osmanlı gibi olur mu acaba” diye kaygılanıyorum.