SEYFETTİN ASLAN ANKARALILAR VE ANKARAYI TANITMA VAKFI BAŞKANI
HACE AHMET YESEVİ’DEN,HACI BEKTAŞ’A VE HACI BAYRAM-I VELİ’YE KAYNAYAN KAZAN..! “HALİM ABA AŞI”,“BABA ÇORBASI” , “BURÇAK ÇORBASI”.
İrfan geleneği dediğimiz gelenek İslam düşüncesi ile başlamakla birlikte Orta Asya coğrafyasında Horasan Erenleri ile birlikte başlamış ve Ebu’l Hasan Harakani’nin Anadolu’nun serhat şehri olan Kars’ta atmış olduğu tohumlarla Anadolu’ya intikal etmiştir. Harakani’nin Anadolu irfanı ve tasavvufunun şekillendirmesi iki farklı yolla gerçekleşmiştir. Birincisi yetiştirmiş olduğu Ebu Ali Farmadi’nin Yusuf Hamedani’yi ve onun da Pir-i Türkistan diye anılan Hoca Ahmet Yesevî’yi etkilemesi sonucu Anadolu’nun İslamlaşması’dır. Yesevî’nin yetiştirmiş olduğu halifeler Anadolu’nun farklı yerlerine dağılmışlar ve insanları İslam’a davet etmişlerdir. Anadolu tasavvuf anlayışı da bu Yesevi dervişlerinin irşadıyla yetişen Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre gibi Anadolu erenlerinin gayretleri ile oluşmuştur. (1)
Anadolu tasavvuf anlayışının üç önemli temsilcisi Hace Ahmed Yesevî (1093-1166), Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî(1209-1271) ve Hacı Bayram-ı Veli (1352-1430) geleneğinde, tekkede büyük bir kazan olur, onda pişirilen çorba; gariplere, yoksullara ve dervişlere dağıtılırdı. Bu nedenle kazan tasavvufta ‘nasip’ manasının simgesi olmuştur. Bu önemli üç Veli’nin yaşadıkları dönem arka arkaya incelendiğinde aynı gelenek, aynı anlayışla devam etmiş ve yer yer devam etmektedir.

Hace Ahmed Yesevî’nin(1093-1166) Alp-Eren’lerinin görevi, Yesevi’den aldıkları öğreti gereği gittikleri yerlerdeki toplulukları, etnik yapıları ve birbirine benzemez yığınları “Türk”le mayalayıp anlamdaş yani millet “Türk Milleti”yapmaktı. Bunu nasıl yaptıklarını, büyük Türk düşünürü Yalçın KOÇ özet olarak şöyle izah ediyor:“Koyun sütünü, keçi sütünü, inek sütünü karıştırıp mayalasak ve yoğurt etsek, bu yoğurt artık geri dönüştürülemez, yani önceki sütlerine ayrıştırılamaz artık o ebediyen yoğurttur. Yese’vi erlerinin ilk mayaladıkları coğrafya Anadolu’dur. (2)
Hace Ahmet Yesevi (1093-1166)Dergâhındapişirilen çorbanın adı “HALİM ABA AŞI” dır. “Halim Aba Aşı”nın nasıl yapıldığını yerinde inceleyen Mihail E.Masson şunları anlatıyor; bir zamanlar kazana, Cuma namazından sonra Müslümanlara dağıtılmak üzere içine tatlı katılan su konurmuş(şerbet). Ayrıca yoksullara ve dilencilere “Halim Aba Aşı” dağıtılırmış. “Halim Aba Aşı” terimi ve yemeği Azerbaycan Türkleri ve Kerkük Türkmenleri arasında hala yaşamakta ve pişirilmektedir. Bu yemeğe Anadolu ve Rumeli Türkleri “Keşkek”, Kıbrıs Türkleri’de “Herse” veya “Harise” derler ve düğün, bayram gibi çok özel günlerde hazırlarlar.
Hace Ahmet Yesevi’nin (1093-1166 )ölümünden yaklaşık iki yüz elli 1935 yılında Saint- Petersburg‘daki ünlü Ermitaj müzesi‘ne götürülen “TAYKAZAN” aydınların uğraşları sonucunda Nursultan Nazarbayev tarafından 18 Eylül 1989’da tekrar geri getirilerek Ahmet Yesevi türbesi‘ne konulmuştur.
Mihayil Evgeneviç Masson cuma günleri TAYKAZAN’a şerbet doldurup Müslümanlara ikram edildiğini bildirmektedir. Ayrıca Emir Timur Vakfiyesi’nde her hafta pazartesi ve cuma günleri iki Batman yaklaşık 26 kg buğday ile bir Batman et ve gerekli oranda tuz ve odun satın alınarak “ Halim Aba Aşı” pişirilsin, bu aş evliyalar sultanı Hazret Sultan külliyesinde Kuran-ı Kerim okuyan hafızlara, Allahın adını tanıtanlara, yerli fakirlere, sakatlara ve kimsesizlere verilsin denmektedir.(3)
Osmanlı Devleti´nin manevi kurucuları olan Şeyh Edebaliler, Hacı Bektaş-ı Veliler Hacı Bayram-ı Veliler, Sarı Saltuk’lar, Geyikli Babalar, Ahmet Yesevi´nin takipçileridir. Anadolu’nun Türkleşmesi yıllarında özellikle 12-14. yüzyıllarda gerektiği zaman savaşmışlar “Alperen” ,gerektiği zaman ticarete ahlak ve disiplin getirerek “Ahi” adını almışlar. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmışlar “Bacıyan” olmuşlar. Boş arazileri canlandırmak ve yeşertmek işini üstlenmişler, yolların güvenliğini sağlamışlar. Gönüllere inanç, zihinlere bilgi ışığı saçmışlar…(4)
Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî(1209-1271) Horasan’da Hoca Ahmet Yesevî dergâhından aldığı iksir ilmiyle Anadolu’yu irfânla mayalayan, canlara Hakk’ın nefesini üfleyen, Hz. Muhammed’in himmet ve bereketini gönüllerle buluşturan bir pir-mürşiddir.
Hünkâr, yetmiş iki milletin dilince konuşma hususunda Süleyman, çoraklaşmış toprakları, çölleşmiş gönülleri yeşertip diriltmede Hızır, ölmeye yüz tutmuş insânî duygu ve düşünceleri yeniden canlandırmada Îsâ gibi olmuş, zulüm karanlığına gömülmüş Anadolu’yu Horasan Erenleri’nin hakîkat çerağı ile aydınlatmıştır. Hünkâr bir taraftan kin ve nefretle, zulüm ve şiddetle savaşmış, diğer taraftan da nefsin sembolü olan arslanla, rûhun sembolü olan ceylanı kucağında buluşturarak iyilikle kötülüğün amansız savaşını sona erdirmiş, Anadolu’da bir sevgi medeniyeti inşa etmiştir. Sevgi onun esası, saygı da arkadaşıdır.(5)
Hace Ahmet Yesevi dergâhında olduğu gibi, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli dergahında’da fakirler, kimsesizler için kazanlar kaynamakta ve onlar için Kadim “BABA ÇORBASI” hazırlanmakta idi.
Mutfak, özellikle ocak (Od(ateş)-cak) Şaman geleneklerinin devamı olarak kutsal talim ve terbiye yeri olarak görüldüğü için Alevi-Bektaşi düşüncesinde de ocak; aydınlatan, çiğleri pişiren kutsal bir makam kabul edildiğinden mutfakta yürütülen görevler, alınan rütbelere de etki ederdi. Mutfak, Bektaşi tekke eğitiminin önemli bir parçasıdır..
Yemek ise, tekke geleneğinde insanın eğitilmesi ve sosyalleşmesi boyutunda önemli bir işlev yüklenmiştir. Tasavvuf âdâbında az yemek “seyrü sülük”un şartlarından biri olarak kabul edilmiştir.
Misafire ikram Bektaşilikte o kadar önemsenmektedir ki, Babagan kolundaki Bektaşiler hemen her gün yemeklerinden bir parçasını “Gayb Erenleri Hakkı” için ayırmaktadır. Bu yemek eğer bir misafir gelirse ona ikram edilmekte, gelmez ise bir fakire gönderilmektedir.
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi! (Pir Sultan Abdal)
“Anadolu’da yaygın bir inanışa göre her mesleğin bir piri vardır. Aşçıların piri ilk defa “BABA ÇORBASI” diye adlandırılan buğday çorbasını pişiren Âdem Peygamber’dir.”
Ekmek ve buğday, Alevi Bektaşi geleneğinde nimet olarak kabul görmüş sembolik değere sahip iki önemli gıdadır. Ekmek, dolayısıyla buğday, “Birer tas nimet-i kadîm Baba çorbası, birer nân paresi”(6)ikram eden Bektaşi tekkelerinin vazgeçilmez gıda maddeleri olmuştur. Sofraların temel yiyeceği kabul edilen ekmek,(7) Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği ilk nimet olarak kabul edilmiş ve bu sebeple o, “hayat kaynağı” olarak görülmüştür. Türk geleneğinde ekmek o kadar gerekli bir besindir ki, diğer yemekler adeta ekmeğin yardımcı unsuru olarak görülmüş ve “yemek yemek” yerine “ekmek yemek” tabiri kullanılmıştır. Ekmeğin simgesel önemi, Türk kültüründe ve Alevi Bektaşi geleneğinde bariz bir şekilde kendini gösterir. Hürmet gösterilmesi gereken kutsal yiyecek olarak tuz ile birlikte yemin cümlelerinde sıkça kullanılan diğer nimet ekmektir. Bu bağlamda “tuz ekmek hakkını bir tarafa atmamak” sadakatin ve bağlılığın simgesi olarak kabul edilmiştir.(8)
Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271) dergâhı, kitabesinden de anlaşılacağı üzere, 1560 yılında Gazi Malkoç Bali Bey anısına yaptırılmış olan “Aş Evi”,Dergâhtaki, en önemli ve kutsal kabul edilen evlerden birisidir. Aş Evi’nin Babası, Dergâhın en önemli temsilcisi olan, Dedebaba’dan sonra ikinci sırada gelirdi.
Mutfak, özellikle ocak (Od(ateş)-cak) Şaman geleneklerinin devamı olarak kutsal talim ve terbiye yeri olarak görüldüğü için Alevi-Bektaşi düşüncesinde de ocak; aydınlatan, çiğleri pişiren, kutsal bir makam kabul edildiğinden mutfakta yürütülen görevler, alınan rütbelere de etki ederdi. Mutfak, Bektaşi tekke eğitiminin önemli bir parçasıdır..

“Kırk yıl kazanda dur kayna!
Daha çiğsin yan dediler! (Hatayi)..!
“Kara Kazan”, Aş Evi’nde ocakların üzerinde bulunan kazanların en büyüğü, Halife kazanlarının ortasında bulunan kutsal “Kara Kazan”dır. Alevi-Bektaşilerce Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin nefesi ve himmetinin Kara Kazan’ın üzerinde kıyamete kadar bereket ve bolluk sağlayacağına inanılmaktadır.
6 parça döğme bakır plakaların birleştirilmesi ile meydana getirilmiş olan kazan, dört kulpludur. Kara Kazan’ın iç yüzünde üstte bir vakıf yazısı vardır.
“Kara Kazan”, imece olarak çalışan, üreten dervişlerin ve dedelerin konuk ve yoksullarla birlikte yemelerini, tüketmelerini simgelemektedir. Bilindiği gibi Hacıbektaş postnişini, dervişleri ve dedeleri bizzat tarımla uğraşmakta ve üretim yapmaktadır. Aşevi ve diğer ocak mutfaklarında kullanılan odunları, Aşevi dervişleri Hacıbektaş’ın güneyindeki Hırka Dağı’ndan, ya sırtlarında, ya da kağnılarla taşımışlardır.
Bektaşi tekkeleri ile ilgili bilgi veren Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde; 1680’li yıllarda Anadolu’ya yaptığı seyahate ait izlenimlerini kaleme alırken ziyaret ettiği yüksek kubbeli Bektaşi türbesi içindeki kabrin etrafında ayaklı şamdanlar ve adaklar bulunduğunu, mutfakta ise gece gündüz ateşin hiç sönmediğini, günün hangi saatinde gelinirse gelinsin her misafire bir tas nimeti kadîm “BABA ÇORBASI” ikram edildiğini anlatmaktadır.
Aynı şekilde, Hacı Bayram-ı Veli’yi (1352-1430) bize tanıtan adetlerinden biri de tekkesinde sürekli bir kazan kaynatmasıdır ki bu adet kök olarak Orta Asya tasavvuf geleneğine, Hoca Ahmet Yesevî’ye dayanır. Tekkesindeki bu Kazan’da sürekli gece gündüz “BURÇAK ÇORBASI” kaynar; gelen geçen, zengin fakir, büyük küçük, kadın erkek herkes içerdi.
Aynı olarak Ahmet Yesevi dergâhı da, fakirler, yoksullar, yetim ve çaresizler için bir sığınak yeriydi. Bu dergâhlar aynı zamanda, tekke edebiyatının ilk temsil edildiği yerler olmuştur. Hoca Ahmet Yesevi hazretleri tekke edebiyatının ilk temsilcisidir. Bu vesileyle Anadolu’daki Türk edebiyatının yeşerip gelişmesine zemin hazırlamış Yunus Emre gibi büyük şairlerin yetişmesine sebep olmuştur. Hoca Ahmet Yesevî, hikmetlerini Türkçe söylediği için onun yolunda giden dervişler de aynı geleneği yaşatmışlardır. Bu durum, Türklerin yaşamadığı coğrafyalarda Türkçe’nin öğrenilmesi ve yaygınlaşmasını sağlamıştır. Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve Hacı Bayram-ı Veli ve diğerleri Türk ve doğu felsefesini birleştiren, ortaklık teşkil eden hikmete dönüşmüş değerli görüş yaratmışlardır.(9)
Hacı Bayram-ı Veli¸ hitap ettiği zümre itibariyle Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış¸ böylece Anadolu’da Türk birliğinin tesisinde¸ Anadolu’nun iktisadî bakımdan gelişip kalkınmasında önemli bir rolün sahibi olmuştur. Zira onun yetiştirdiği dervişler el emeği ile geçinmeye yani toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirilmiş kimselerdir. Bu manada kendisi de onlara buğday¸ arpa¸ burçak yetiştirerek örnek olmuştur. İmece usulünü hayata katarak birlik içinde hareket etmenin amelî dersini de vermiştir.(10)
Bu şekilde müritlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, Anadolu’da kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve Osmanlı Devletinin medeniyet yolunda aşama kaydetmesinde önemli rol oynamıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bugün bile hala Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış bir mutasavvıf gösterilemez.
Hacı Bayram-ı Veli ‘ye göre toplum iki ana kesime ayrılır. Zenginler ve yoksullar… Bu iki grubun arasındaki köprü kurulması ve yoksulların sosyoekonomik güvenliğinin sağlanması görevini yaşadığı dönemde Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiştir. Mübarek aylarda müritleriyle beraber Ankara’nın ticari merkezlerinde dolaşır, dükkân sahiplerinden isteyenler zekât ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı büyük bir torba içine atarlardı. Bu paralar bir yardım sandığında toplanır kimsesiz yaşlılara, dul bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar fakir genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak kadar fakir öğrencilere kısacası tüm ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Görüldüğü gibi günümüzün Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Bağ kur gibi sosyal yardımlaşma organizasyonlarının temeli bundan beş buçuk asır önce Hacı Bayram-ı Veli tarafından atılmıştır.(11)
“…Sultan Şeyh Hamid, hac vazifesini tamamlayınca (Sultan Hacı Bayram’la) Sis’e gelirler. Burada Nebi Sufi’yi de yanına alarak Aksaray’a gelirler. Bir yıldan sonra Hacı Bayram Hazretleri’ne izin verir ve Engürü (Ankara)’ye gönderir.
-Sultanım ne işle uğraşayım, sanat bilmem ne iş yapayım? Der Hacı Bayram.
Sultan Hamid:
-Ekin ek.
-Ne ekelim?
-“Burçak” ek, buyururlar.
Hacı Bayram Engürü (Ankara)’ye varır ve burada “burçak” ekerler. O tohumu şimdi dahi ekerler. Sultan Pir Ali böyle anlatırdı...” (12)
“…Hazret-i Pir’in ilimden ziyade amele (işe) ve terbiye-i ahlakiyeye ehemmiyet verdiğini gösteriyor. Vakıa sine hakk etmek yani şimdiki ifademize göre, insan terbiye etmek ne büyük ve mühim bir iştir. ‘Hazret-i Pir’ bu hizmet-i terbiyeyi her vakit ve hepimize numune-i imtisal (uyulacak örnek) olacak bir tarzda ifade ediyordu. Çünkü kendisine intisap edenlerin kabiliyetlerine göre, bazılarını bir sanat, bazıları da ziraate sevk etmekte idiler. Fazla olarak kendileri de ailesinin temin-i maişetini (geçimini sağlamak) için bizzat toprağa sürerek ‘burçak’ ekerlerdi! Hasat vakti gelince hep birlikte imece ile mahsulü kaldırırlardı. İmece den sonra yoğurt ve “burçak çorbası” yerlerdi…”(13)
İşbu sene dokuz yüz doksan birde hasad-ı mübarek Receb’in gürresinde olub kıdvetü’l- Arifin ve kutbu’l -Vasılin Sultan el –Hacı Bayram kuddise sırrıhu evladından Halil Baba’nın burçakını biçdikleri kayd olundu. Tahriren fi’t-tarihi’l -mezbur (8 Ramazan 991)(14)
Bu şekilde müritlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, Anadolu’da kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve Osmanlı Devletinin medeniyet yolunda aşama kaydetmesinde önemli rol oynamıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bugün bile hala Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış bir mutasavvıf gösterilemez.
İmece usulünün asıl kökenleri taa Orta Asya bozkırlarında, otlaklarında, yaylaklarında, kışlaklarında, sulaklarında yaşayan Türk ahalinin günlük hayatıydı. Her ne kadar, dil bilimciler başka başka kelimeleri köken olarak gösterse de hemen hemen “yardımlaşma ve bir araya gelmek” manalarına gelen ümleşmek, ümecelemek kelimelerinden geldiği akla daha yatkındır.
Bugün Orta Asya’da yaşayan çeşitli Türkî milletler imeceye “Cardımdaşu/Yardımdaşlık” dediklerine göre kelime Türkçedir. Balkanlarda Müslüman ahalinin, az da olsa gayr-ı Müslimlerin yaptıkları “Sedenka” geleneğinin kökeninin Türkler olduğu da dikkate alınırsa imece işi Türklerin işi demek daha doğru olur.
Baklagiller ailesinden olan Burçağın taneleri mercimeğe benzer diğer adı müdürmüktür.
-Faydalarını şöyle sıralayabiliriz:
-Vücuda kuvvet verir macun ve çorba olarak tüketilir.
-Kırık kaynatıcı özelliği vardır. Lapası kırılan yerin üzerine bağlanır.
-Böbrek kumu ve taşları içinse burçak unu zeytinyağ ile çorba yapılıp içilir.
-Süt yapıcıdır.
-Cinsel gücü arttırır.
-Bronşları açar, balgam söktürür.
-Alerjik burun akıntıları ve hapşırmalar için faydalıdır.
-Kaynatılan suyu egzama, mayasıl ve kaşınan yerlere sürüldüğünde fayda sağlar.
-Mafsal rahatsızlıklarında, dizlerdeki ağrı ve şişlikler için kullanılır.
-Burçak unu bal veya sirke ile karıştırıldığında harika bir idrar söktürücü olur.
-Kilo almak isteyenler ise helvasını yemelidir.
-Kalbi güçlendirir, kalp hastalıklarına karşı korur.
-Tohumları kurutulup toz haline getirilerek ya da un olarak kullanılır. Hamile olanlar kullanmamalıdır düşüklere yol açabilir.

BURÇAK ÇORBASI TARİFi(10 kişilik)
Burçak unu 250 gr
1orta boy kuru soğan
1 Diş sarımsak
200 ml sıvı yağ
150 gr tereyağı
Domates salçası 150 gr
Tuz, karabiber, tarhun, pul biber, nane, kimyon
Kemik suyu 3 su bardağı.
Hazırlanışı:
Tencereye sıvı yağ ve tereyağını ekleyip robotta çektiğimiz ince soğan ve sarımsağı tencereye ekleyip 5 dk kavuruyoruz daha sonra içine salça ekleyip kavuruyoruz 3 dk kavurduktan sonra burçak ununu ilave ediyoruz 1-2 dk da unla kavurup baharatları isteğe göre karabiber, pul biber, kimyon, tarhun, nane atılıp soğuk su ile kıvamlandırılıp et suyu eklenerek kaynamaya bırakılır, kaynadıktan sonra tuzu ayarlayıp sunuma hazır hale getirilir.
Buradan da kolayca anlaşılıyorki xııı. Asırda Hace Ahmet Yesevi(1093-1166),xıv.Asırda Hacı Bektaş-ı Veli(1209-1271) ve XV.Asırda Hacı Bayram-ı Veli (1352-1430) dergahlarında fakirler, Yoksullar, yetim ve çaresizler için çorba kaynatılır,onlar doyurulur,giydirilir, yatırılırdı kısacası dergahlar onlar için bir sığınak yeriydi.Hace Ahmet Yesevi’den 250 yıl sonra ,dergahı yeniden muhteşem bir şekilde yapan Emir Timur,dergaha birde muhteşem “TAYKAZAN” yaptırarak aynı geleneği yaşatmış,aynı şekilde yaklaşık 300 yıl sonra Hacı Bektaş-ı Veli dergahında’da Gazi Malkoç Bali Bey anısına yaptırılmış olan “Aş Evi” ve “Kara Kazan” ile fakire fukaraya çorba dağıtmaya devam edilmiştir..!
Ankara’nın manevi önderi Hacı Bayramı-ı Velinin “Burçak Çorbası” geleneği tamamen olmasa da unutulmuş..! Bu çok üzücü bir durumdur.
Ankaralılar için bu geleneğin hızla yeniden ihya edilmesi ve hayata geçirilmesi kaçınılmaz bir görevdir…!