Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan, “Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı”nın yazarı SARAH BAKEWELL benim gibi 16 yaşındayken okuduğu Bulantı’nın aklını başından almasından sonra genç bir var varoluşçu olmuş. Varoluşçular kahvesi kitabının özetini de şunlar yazıyor; “Paris, 1933. Üç genç arkadaş, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Raymond Aron, Montparnasse’ta bir barda kayısı kokteyllerini yudumlarken, Aron içkisini göstererek, “Bu kokteyl üzerinden felsefe yapabilirsin!” der. Sartre, bu ilham verici andan yola çıkarak, yaşam aşk ve tutku, özgürlük ve varoluş, kafeler ve garsonlar, dostluk ve devrim ateşi– hakkındaki kendi sıra dışı felsefesini yaratacaktır. Bu felsefe, Paris’te büyük bir heyecan dalgası yaratıp dünyayı kasıp kavuracak, 1968 öğrenci ayaklanmalarından sivil haklar mücadelesine kadar birçok toplumsal harekete damgasını vuracaktır. Varoluşçular Kahvesi çağdaş varoluşçuluğun hikâyesini insanlar, zihinler ve fikirler arasında kurulan tutkulu bir ilişki olarak anlatıyor. Sarah Bakewell hayat hikayeleri ile düşünceleri harmanlayarak, bizleri yaşama dair olduğu kadar yaşamları değiştiren, neyiz ve nasıl yaşamalıyız gibi önemli soruları ele alan bir felsefenin kalbine götürüyor.” Geçenlerde bu sütunlarda 68 kuşağının felsefe örgüsünü örgüsünü yazarken (https://sonsoz.com.tr/68-kusaginin-felsefi-orgusu-2/)Benim yaptığım sorgulamayı da hatırlayalım; “Öteden beri kafamı kurcalayan “Yarım asır haybeye mi kürek çektik yoksa” kuşkumu gıcıklandı 68 gençliği geçen yüzyılın ikinci yarısının kanaat önderlerinden “absürd/ saçma’nın babası” Albert Camus ile ruhu reddederek maddeciliği düşün yaşamımın merkezine oturtan Jean- Paul Sartre arasında git gel’ler yaşadı. Bu ikisi, kendilerinden önceki tüm filozofların düşünlerini özümseyip güncelleyerek iki pratik yaşam kutbu yaratmışlardı. Google arama motoru olmayan o günlerde ikisini de okudun mu Kierkegaard, Dostoyevski, Nietzsche, Heidegger’ı da eşzamanlı çözerdin. Sartre’a göre “Existance comes before essence/”Varoluş özden önce gelir“di. Tercümesi.. Gelenek, görenek, kalıtımı koy bir tarafa kendini nasıl inşa edersen sen O’sundur. Sartre, Varoluşculuk ile Marksizm arasında düşün köprüsü oluşturarak çağının “varoluşçu Marksizm” inin kanağat önderi, Sovyet Bloğu dışındaki dünyanın benimsediği düşünsel komünizmin sözcüsü olmuştur.”İzm” kalıplarına fazla takılmayan Camus ise “hiçbir şeyin bir anlamı olmadığını” varsayarak, dünyanın absürt/saçma olduğu sonucuna ulaşırdı. Kendisi etkilenmeyi sevmezdi ama Yabancı’sını okuduğunuzda “dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmış Meursault’ da kendinizden izdüşümler bulur, Le Mythe’de Sisyphe/ Sisifos Efsanesi‘nde koca kayayı düşeceğini bile bile tepeye ulaştırmak için omuzlayan adamınki gibi anlamsız bir uğraş olarak görürdünüz yaşamı. İnsanların, hayatla ölüm arasında kaldığı ince çizgiyi, kahramansız eserinde, “Veba” adını vererek tasvir eden Camus, dolaylı yoldan ateizmi de savunurdu. Başkaldırımız onlarla özdeşleşti. Joan Baez’le Hiroşima’dan girdik Mao Che Tung kızıl devrim yollarına düştük. Sadede gelirsek.. 68 kuşağı, yaşam motifi yaptığı, hayatını karartan, canlarına mal olan komünizm pratiği, küreselleşme girdabında, Perestroyka/ Yeniden Yapılanma, Glasnost/Açıklık derken, sabun köpüğü gibi eriyip gidince pusulasını şaşırdı. Yeni bir dünya kuruldu, 68 kuşağı da orda yerini buldu mu? Posada kalan sosyal demokrasi şahin kuşağa yeter mi? Yoksa bizimkiler, “Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim” diye kendi kendine sorup duruyor, apolitik yeni kuşaklara uzaylı gibi mi bakıyor?” Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine demedik…Herkesin yarınlarına dair beklentilerine dair böylesi sohbetler yapması gerekiyor bugünlerde. Biz Kadıköy maarif koleji mezunları olarak, yeni hayata geçirdiğimiz Martı Demokratik Düşünce Grubu dijital platformunda “Varoluşçular Kahvesi” diye sayfa açtık tıpkı zamanın Fransız aydınlarının yaptığı gibi yarınımızı tartışıyor, kafa kafaya vererek bugüne bir çıkış bulmayı umuyoruz , size de hararetle tavsiye ederim.

Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan, “Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı”nın yazarı SARAH BAKEWELL benim gibi 16 yaşındayken okuduğu Bulantı’nın aklını başından almasından sonra genç bir var varoluşçu olmuş. Varoluşçular kahvesi kitabının özetini de şunlar yazıyor; “Paris, 1933. Üç genç arkadaş, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Raymond Aron, Montparnasse’ta bir barda kayısı kokteyllerini yudumlarken, Aron içkisini göstererek, “Bu kokteyl üzerinden felsefe yapabilirsin!” der.

Sartre, bu ilham verici andan yola çıkarak, yaşam aşk ve tutku, özgürlük ve varoluş, kafeler ve garsonlar, dostluk ve devrim ateşi– hakkındaki kendi sıra dışı felsefesini yaratacaktır. Bu felsefe, Paris’te büyük bir heyecan dalgası yaratıp dünyayı kasıp kavuracak, 1968 öğrenci ayaklanmalarından sivil haklar mücadelesine kadar birçok toplumsal harekete damgasını vuracaktır. Varoluşçular Kahvesi çağdaş varoluşçuluğun hikâyesini insanlar, zihinler ve fikirler arasında kurulan tutkulu bir ilişki olarak anlatıyor. Sarah Bakewell hayat hikayeleri ile düşünceleri harmanlayarak, bizleri yaşama dair olduğu kadar yaşamları değiştiren, neyiz ve nasıl yaşamalıyız gibi önemli soruları ele alan bir felsefenin kalbine götürüyor.” Geçenlerde bu sütunlarda 68 kuşağının felsefe örgüsünü örgüsünü yazarken (https://sonsoz.com.tr/68-kusaginin-felsefi-orgusu-2/)Benim yaptığım sorgulamayı da hatırlayalım; “Öteden beri kafamı kurcalayan “Yarım asır haybeye mi kürek çektik yoksa” kuşkumu gıcıklandı 68 gençliği geçen yüzyılın ikinci yarısının kanaat önderlerinden “absürd/ saçma’nın babası” Albert Camus ile ruhu reddederek maddeciliği düşün yaşamımın merkezine oturtan Jean- Paul Sartre arasında git gel’ler yaşadı.

Bu ikisi, kendilerinden önceki tüm filozofların düşünlerini özümseyip güncelleyerek iki pratik yaşam kutbu yaratmışlardı. Google arama motoru olmayan o günlerde ikisini de okudun mu Kierkegaard, Dostoyevski, Nietzsche, Heidegger’ı da eşzamanlı çözerdin. Sartre’a göre “Existance comes before essence/”Varoluş özden önce gelir“di. Tercümesi.. Gelenek, görenek, kalıtımı koy bir tarafa kendini nasıl inşa edersen sen O’sundur. Sartre, Varoluşculuk ile Marksizm arasında düşün köprüsü oluşturarak çağının “varoluşçu Marksizm” inin kanağat önderi, Sovyet Bloğu dışındaki dünyanın benimsediği düşünsel komünizmin sözcüsü olmuştur.”İzm” kalıplarına fazla takılmayan Camus ise “hiçbir şeyin bir anlamı olmadığını” varsayarak, dünyanın absürt/saçma olduğu sonucuna ulaşırdı. Kendisi etkilenmeyi sevmezdi ama Yabancı’sını okuduğunuzda “dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmış Meursault’ da kendinizden izdüşümler bulur, Le Mythe’de Sisyphe/ Sisifos Efsanesi‘nde koca kayayı düşeceğini bile bile tepeye ulaştırmak için omuzlayan adamınki gibi anlamsız bir uğraş olarak görürdünüz yaşamı.

İnsanların, hayatla ölüm arasında kaldığı ince çizgiyi, kahramansız eserinde, “Veba” adını vererek tasvir eden Camus, dolaylı yoldan ateizmi de savunurdu. Başkaldırımız onlarla özdeşleşti. Joan Baez’le Hiroşima’dan girdik Mao Che Tung kızıl devrim yollarına düştük. Sadede gelirsek.. 68 kuşağı, yaşam motifi yaptığı, hayatını karartan, canlarına mal olan komünizm pratiği, küreselleşme girdabında, Perestroyka/ Yeniden Yapılanma, Glasnost/Açıklık derken, sabun köpüğü gibi eriyip gidince pusulasını şaşırdı. Yeni bir dünya kuruldu, 68 kuşağı da orda yerini buldu mu? Posada kalan sosyal demokrasi şahin kuşağa yeter mi? Yoksa bizimkiler, “Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim” diye kendi kendine sorup duruyor, apolitik yeni kuşaklara uzaylı gibi mi bakıyor?”

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine demedik…Herkesin yarınlarına dair beklentilerine dair böylesi sohbetler yapması gerekiyor bugünlerde. Biz Kadıköy maarif koleji mezunları olarak, yeni hayata geçirdiğimiz Martı Demokratik Düşünce Grubu dijital platformunda “Varoluşçular Kahvesi” diye sayfa açtık tıpkı zamanın Fransız aydınlarının yaptığı gibi yarınımızı tartışıyor, kafa kafaya vererek bugüne bir çıkış bulmayı umuyoruz , size de hararetle tavsiye ederim.