Tam iki yüz sene önce Başkan James Monroe tarafından ilan edilen Monroe Doktrini hâlâ ilgi görmekte. Vaşington bunu yeniden ele alırken Latin Amerika'daki komşularıyla nasıl uygun bir şekilde ilişki kuracağını da yeniden sormaya yöneltmekte, zira paylaştıkları yarıkürede Çin ve Rusya'nın rahatsız edici ve çoğu zaman gözden kaçan faaliyetleri nedeniyle daha da zorunlu hale gelen bir görev olarak algılamakta.

Halbuki on sene once dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry, büyük tezahüratlar eşliğinde Monroe Doktrini döneminin sona erdiğini ilan etmişti. 2019 yılında ise dönemin ulusal güvenlik danışmanı John Bolton, Monroe Doktrininin hayatta ve iyi durumda olduğunu varsayıyordu. Altı yıl içinde, üst düzey yönetim yetkilileri, 200 yıllık bildiriye ve Amerıka'nın Latin Amerika'daki politikasına yönelik daha geniş kapsamlı görüş yelpazesini ortaya koymuş oldu: Siyasal Sol, Monroe Doktrinini ABD hegemonyasının dayatılmasının bir sembolü olarak ele alma eğilimindeyken Siyasal Sağ, bunu ABD'nin yarıküredeki stratejik çıkarlarının savunulması olarak görmekte.

Aslına bakacak olursak başlangıçta Monroe Doktrini tam olarak Amerikan hegemonyasının bir beyanı değildi. Daha doğrusu Büyük Britanya ile ilgili bir meseleydi. İmparatorluğun bir parçası olan Kuzey Amerika'nın doğu yakası temsil hakkı olmadan vergilendirilmeye başkaldırıp bağımsızlık savaşını kazanınca ortaya yepyeni bir devlet çıkmıştı. İmparatorluğa karşı ikinci bir savaşa girmiş olan bu genç ulus, doktrini daha dokuz yıl önce Kapitol'ün yakılmasıyla ilgili bir cevap olarak gördü. Bu bağlamda Amerika, başlangıçta kendi sömürgeci düşmanına karşı bağımsızlık mücadelesi veren güneyindeki komşularına dayanışma amacıyla el uzatıyordu.