Gazetede yazacağım bu ilk köşe yazıma başlarken ve siz okuyuculara merhaba derken, ilk olarak hangi konuyu...
Gazetede yazacağım bu ilk köşe yazıma başlarken ve siz okuyuculara merhaba derken, ilk olarak hangi konuyu alayım diye düşündüm. Kısmet olursa şu andan sonra haftada bir gün beraber olacağız. Bu köşede bazen sanat, bazen günlük telaşlarımızdan, sıkça edebiyattan belki ara sıra siyasetten hâsılı hayattan bahsedeceğim ama akıl verir gibi bilgi aktarır gibi değil ‘Ben şu konuda böyle düşünüyorum’ kıvamında görüşlerimi belirteceğim. Bu hafta ise hepimizi ortak bir noktada buluşturacak olan -ahlak- kavramını kendime göre yorumlayarak yazımla tanıştırmak istedim.
Önce ahlak nedir diye kendime sordum! Ben doğru bilirsem sizlere de görüşümü net olarak aktarabilirdim. Bu soru öyle kolaydı ki, ahlakla ilgili hemen her şeyi biliyor ve sizlere de kolay yoldan bildiklerimi aktaracaktım. Yazım da hemen bitecekti.
Öyle ya ahlak hepimizin ağzına pelesenk olmuş bir kavramdı, toplumu ve bireyi yargıladığımız, ayıpladığımız veya ödüllendirdiğimiz bir olguydu. Yani kolay bir konuydu ama yazmak için ele alınca karşıma koskoca muamma çıktı.
Başlığını bile belirlemek için epey bir uğraştım; önce ahlak yozlaşması dedim, yok yok, ahlak erozyonu, olmadı ahlak yıpranması, ahlak deformasyonu, ahlak çöküşü, ahlak enflasyonu, ahlak çürümüşlüğü, ahlak sorumsuzluğu, ahlakın bitmesi gibi çok uçlu başlıklar karşıma çıktı ki; bunların hepsi olumsuz ve kötü örneklerdi.
Bir de olumlu örnek başlığı koyayım istedim; erdemli ahlak, onurlu ahlak, şerefli ahlak diye karşıma bir başka içinden çıkılmaz başlıklar çıktı. İnsanın idesinde olan normal davranışına bizler, manalar yükleyip sanki olağanüstü davranışlarmış, öyle yaşayanlar onurlandırılması gerekir gibi manalar yükledik. Oysa çalmamak, öldürmemek olması gereken insani kurallardı. Her şeyde olduğu gibi onu tüketmek, değişime uğratmakta usta olmuşuz. Zamanla o hale getirmişiz ki, ahlak yozlaşması, adım adım çürümüşlüğe doğru götürmüş, önce bireyin, sonra toplumun felaketi olmuş. Ahlakın uğrağıdı bu deformasyonu fark etmemek için direnmekteyiz. Çeşitli kılıflar uydurmaktayız. Çağın getirdiği zorunluluklar, dayatmalar diyebiliyoruz. Ve gördüm ki, toplum ahlakı, birey ahlakından geçiyor mantığı ağır bastı. Ve yine gördüm ki, hayvanlarda bulunmayan, insanlara has bir davranış şekliydi ve ahlakı doğru ve düzgün olan bireylerin oluşturduğu toplum da dolayısı ile ahlaklı oluyordu. Yaşama, hayatta kalma dürtüsü ve refleksi ile karıştırmamak en doğru olanıydı.
Pekii dedim gerçekten ahlak nedir, değişken midir, kuralları esnetilemez mi, bir kural koyucusu var mı? Bütün bunları irdelerken filozof ve düşünürlerinde şu kanaatte olduğunu gördüm. Ahlak Tanrı’nın kendisi ve kutsal kitaplarda kesin ve kati kurallar koyarak, kendi sıfatlarını kural olarak koymuş.
Şunu yapın bunu yapmayın, şunu yaparsanız ceza, yapmazsanız mükâfat vardır sözleri bu düşünceyi doğrulamıştır. Adalet ve adil olma, sevgi, merhamet Tanrı sıfatları olup, bu kuralları işleten başlıca kurallardı.
Öte yandan yüzyıllar önce yaşamış filozoflar nasıl bir ahlak anlayışı yerleştirmek istemişler veya görüşleri nelerdir diye onları hatırlamaya çalıştım. Gördüm ki, ortak karar insanın olduğu her yerde ahlak vardır oldu.
Bir başka görüşte ahlak vicdandır ve vicdan insanın içsel tanrısıdır diye bir olgu çıktı karşıma. Yüksek seciyeli ahlak kavramı karşıma çıkınca doğrusu bunu anlamakta zorluk çektim. Oysa yalın ve anlaşılır ahlak ne diyor, öldürmeyeceksin, çalmayacaksın hak gasp etmeyeceksin, yalan söz söylemeyeceksin. Bu insanın doğasında olan bir duyguyken sanki olağanüstü davranış ve duygular olarak karmaşık hale getirilmiştir. “Yüksek seciyeli ahlak” bu nasıl bir olgu doğrusu bunu kavrasam da, biz insanların uydurduğu, Tanrı olmaya evirilme isteği olarak algıladığım için konu dışı bırakıyorum.
Toplum birçok konuda geliştikçe, sosyoekonomik, teknoloji ve çağın getirdiği yenilikler icatlar çoğaldıkça, iletişim artıp duygular çeşitlendikçe, ahlak kavramları da çeşitlenmeye başlamıştır. Bir de coğrafyaya- dine, ırka göre değişen ahlak kuralları vardır ki, iklim şartları bile ahlakı etkilemektedir. Bizim yaşadığımız coğrafyaya ve kültüre ters gelen hatta ceza verilen birçok olay bir başka memlekette pek de ciddiye alınmamaktadır. Mesela bazı kültürlerde, bir erkeğin karısına söylenen söz iltifat olarak kabul edilirken, bir başka coğrafyada, kültürde şiddetle tepki gösterip hakaret sayılmaktadır.
Filozoflar yüzyıllardan beri şuna inanmışlar ve bunun savunmasını yapmış, öğretileri de bu yönde olmuştur. “Ahlak mutlak mutluluk getirmektedir.” Ahlakta akıl ne kadar önemliyse sezgi de bir o kadar önemlidir. Hissetmek, empati yapmak ahlakı güzelleştirmektedir. Sezgi ve ahlak birbirlerini tamamlamaktadır, akıl her ikisi arasında dengeyi korumaktadır ve akıl ve ahlak olmazsa olmazdır.
Sokrates, bu konuda akıl ve ahlak ortak karar verir diyor. Evrenin de kendi mutlak ahlakının olduğu inancı Platonun’da savunduğu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik Platon derki, toplum ve birey mutluluğu, ahlak ve akılın dengelediği doğruluk ve adaletten geçer.
Çok lafın gereksizliğini, bütün sözlerin özü ve tek bir cümlede toplanmış olduğunu görmek ve çok uzaklara gitmenin konuyu dallandırıp budaklandırıp muamma gibi zor çözülür hale getirmenin gereksizliğini şu cümleyle özetleyip rahat ettim.
“Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma.”
İşte bu cümle işimi kolaylaştırdı, filozofların, düşünür ve bilgelerin görüşlerini bu bir tek cümle yoğurup harman etmiş. Hem akıl, hem sezgi ve empati, şefkat, merhamet, sevgi gibi Tanrı sıfatlarını bile bu cümle içinde barındırmaktadır.
Sevgi ve sezgilerimiz güçlü, empati duygusunu çalıştırdığımız, şefkat ve merhameti elden bırakmadığımız bir yaşantımız olsun, mutlu olalım. Esen kalın, sağlıcakla kalın.
GÜNER DİNÇASLAN
gunerdincaslan.gmail.com