Herkese soruyorum, doğduğumuz anda, dünyaya verdiğiniz ilk ses olan ağlamanız dışında, hiç ağlamayanımız var mıdır?

Sanmam. Vardır diyenlerin, nedenleri ile birlikte yazmalarını bekleriz, dileriz. Keşke acıdan, korkudan değil, sevinçten, mutluluktan, iyilikten ve güzellikten dolayı ağlasak ve gözyaşı döksek. Doğumun ilk saniyelerindeki seslerimizin dışında kalan ağlamalarımızın büyük çoğunluğu insanların yüzünden, insan odaklı. Sel, yangın, kaza, deprem ve benzeri can alıcı, can yakıcı ve gözyaşı dökücü olaylar, insanlardan, insanların olasılıkları görmemelerinden veya görememelerinden kaynaklanıyor. İnsanlardan kaynaklanıyor, çünkü, toprağa, suya ve havaya zarar veriyor, kötü  kullanıyor, yarınları, gelecek kuşakları, hatta büyümeye çalışan çocukları düşünmeden, insan soyu.

Ağaç, yaprak, çiçek, meyve, toprak, hava ve su ağlar mı? Ağlarsa kim ağlatır genelde?

Türkiye’de, Kuzey Afrika ve Avrupa’nın gördüğüm bazı ülkelerinde ağaç, yaprak, çiçek, meyve, toprak, hava ve suyun ağladığı kanısındayım. Türkiye evimiz, üstünde yaşayanlar ailemiz diye yazar, söylerim. Anneler, kadınlar, çocuklar, erkekler ve babalardan, önemsenecek sayıda ağlayanların yaşadığı Türkiye’mizden, inandığım bazı gerçekleri burada yazınca, umarım doğadaki tüm canlıların, yine insanların “vahşi” yönleri yüzünden ağladıklarına inanmakta çok zorlanmazsınız.

Türkiye’de, sadece insanlar ve hayvanlar değil, ağaç, yaprak, çiçek, meyve, toprak, hava ve su da ağlar. Önceki yazılarımın bazılarında değindim.

Doğal süresini tamamlayıp ağaçlardan dökülen, ancak toprakla buluşamayan yapraklar, kırılıp yere düşen dallar, çiçekler, insanla buluşamadan dökülen meyveler; sevdiklerine kavuşamayan, sevdiklerini yitiren insanlar gibi ağlar mı, ağlayabilir mi?

Görmeye, duymaya bağlı. Görüyorum, hıçkırıklarını duyuyorum. Toprakla neden buluşamıyorlar, yapraklar, çiçekler, dökülen meyveler?

Çünkü, insan soyu, insan türü, kentleşme, kentsel dönüşüm diyerek, çok geniş, tarıma uygun arazilerin, ekilmiş veya çayırlık haline getirilmiş toprakların, tuzlu veya tatlı suların, nehirlerin, ırmakların üstünü, uygarlık ürünü diyerek geliştirdiği ağır makineleri de kullanarak taş, beton, demir ve çelikle kapatıyor, işgal ediyor.

Yaprak, dal, çiçek, meyve, su ve hava, sevgilisine, anasına kavuşamıyor. Toprağa, toprak anaya ulaşamıyor, bağrından çıktığı toprağa “Ana yine ben geldim” diyemiyor, kalan gücünü anaya aktaramıyor, anayı besleyemiyor. İnsanın ürettiği çöpler ve kirli sıvılarla saldırıya uğrayan, lağımlara itilen suların ağlamaması, hıçkırmaması, özüne dönmek isterken insan başta olmak üzere canlılara istemeden zarar vermemesi olası mı? 

Kavuşamayanların ve kavuşulamayanların da çoğu zaman hıçkırıklılarla ağladığını, çığlık attığını görüyorum, işitiyorum, duyuyorum.

Hava ağlar mı?

Tertemiz, canlı ve cansız diye nitelediğimiz varlıklara yaşama gücü katan havayı nasıl kirlettiğimizi görenler, havanın da ağladığını duyabilirler. Yüksek ve hiç güzel olmayan yapılarla yolları kapatılan ve kirletilen havanın ağladığını göremeyenlere,  biraz daha özenle bakmalarını öneriyorum. Tuzlu veya tatlı sular da ağlar, hava da. Savaş uçakları, füzeler, bombalar, zehirli gazlar ve nükleer silahlarla kirletilen hava nasıl ağlamaz, vahşi insan eliyle dökülen insanların, çocukların, kadınların, canlıların kanları ile boğulan topraklar ve sular nasıl ağlamaz!..

Ey görmeyen ve duymayan yetkililer, siyasetçiler, genel ve yerel yöneticiler, onları destekleyen insanlar, hukukçular, doktorlar, bilim insanları, mühendisler, mimarlar, gazeteciler, işsizler, çalışanlar, emekliler, öğretmenler, eğitimciler, öğrenciler, anneler, babalar, kadınlar, ulusal ve uluslararası örgütler, sen, ben, o, siz, biz ve onlar…

Neredesiniz,  insan, hayvan, yaprak, dal, çiçek, meyve, su ve havanın ağlamayacağı bir Dünya için şiddetsiz yöntemlerle birlikte, dayanışma içinde olması gereken yerin üstündeki melekler, gerçekten nerelerdesiniz?

Haydi, kadın- erkek her yaştaki gençler!..

Canlıların ağlatılmadığı, kan ve gözyaşının dökülmediği bir Dünya, yerin üstündeki cennet için, haydi birlikte, dayanışma içinde.