Özgürlük, en temelinde bireyin engellenmeden ya da sınırlandırılmadan istediğini seçebilmesi, yapabilmesi ve hareket edebilmesi durumudur.
Çoğunlukla hakların diliyle ifade edilen özgürlük, kişinin diğer bireylerin haklarına saygı duyduğu sürece dilediği şekilde davranmasını, kimse tarafından zorla engellenmemesi ya da durdurulmamasını belirtir.
Çağdaş ve hümanist toplumlarda toplumun her bir üyesinin doğal olarak sahip olduğu ve devletler, dinler ya da başka otoriteler tarafından esirgenemeyecek yahut da ortadan kaldırılamayacak olan hakları vardır. Yaşamak, üremek, beslenmek, barınmak, düşünmek, bilmek, eğlenmek, mutlu olmak işte bunların hepsi doğal hakların asla vazgeçilemeyecek birer unsurudur. Bu haklar insan doğasının olmazsa olmaz parçalarıdır. Bunlar kendi başına, insan doğası gereği öyle olması gereken haklardır, yasalar, ahlak kuralları, gelenek ve görenekler bu doğal hakları destekleyici ve besleyici yönde olmalıdır, geçmişten gelen ve bu yönde olmayan her türlü kanun, kural, gelenek ve görenek ise muhakkak ortadan kaldırılmalıdır.
Bir insanın yaşamasını, düşünmesini, çocuk sahibi olmasını ve yahut da başkaca bir doğal hakkını engelleyecek hiçbir güç asla ve kat’a kabul edilemez. Özgürlükten bahsediyorsak doğal hakkın üzerinde ve doğal hakları tehdit eden siyasi, askeri, ekonomik, geleneksel ve yahut da dini hiçbir güç ya da otorite kabul edilemez. Şayet böyle bir otorite var ise o zaman da zaten özgürlükten bahsetmek mümkün olmaz.
Özgürlük kavramı hem bireyi ve hem de toplumu ilgilendirir. Netice itibari ile başka hiçbir insanın olmadığı ıssız bir adada yaşayan bir kişinin özgür olup olmaması diye bir tartışma bahse konu dahi edilemez. Eğer özgürlükten konuşuyorsak bu toplum içindeki bireyin konumunu ilgilendiren bir durum demektir.
Bu noktada en temel soru şudur: Her bir birey toplum içinde engellenmeden ya da sınırlandırılmadan istediğini seçip, yapabiliyor ve hareket edebiliyor olabilir mi?
Burada toplumun başka bireyleri ile bir çatışma yahut da menfaat çelişkisi ortaya çıkmaz mı?
Elbette çıkar bu yüzden de bir insanın özgürlüğünün sınırları başka bir insanının özgürlük sınırlarının başladığı noktada biter ilkesi ya da kuralı geçerlidir. Bu durumda insanlar toplum içinde ya da toplum halinde yaşayabilmek için özgürlüklerinin sınırlandırılmasını kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.
Bu noktada önemli olan husus bu sınırlandırılmaların otoriter bir dayatma değil, rızaya dayalı, akılcı, ahlaki ve adaletli olmasıdır. Eğer sınırlandırmalar rızaya dayalı, akılcı ve adaletli olursa toplumsal yaşamdaki çatışmalar çok büyük bir kolaylıkla önlenebilir.
İnsani egemenlik kavramı da işte tam da bu noktada doğmuş hümanist ve devrimci bir kavramdır. Çünkü ancak özgür bireylerin egemenliğin eşit birer paydaşı olduğu, çağdaş toplumlarda bu tip sınırlamalar keyfi ya da dayatmacı olarak değil, toplumun ortak kararı ile alınabilir ve uygulanabilir.
İşte ancak bu toplumlar özgür bireylerden oluşan özgür toplumlar olarak tanımlanır.
Diğer yandan özgürlüklerin tesisi ve doğal hakların korunabilmesi için talep edilen temel koşulların temininde de bir sorun olmaması gerekir. Örneğin bir toplumda herkese yetecek kadar su, gıda ve barınak olduğu müddetçe rızaya dayalı, akılcı ve adaletli bir sınırlama ya da paylaşım tesis edilebilir. Fakat özellikle de insan yaşamını tehdit edebilecek boyuttaki yetersizlikler rızaya dayalı, gönüllü sınırlamaları ve uzlaşıları ortadan kaldırır, güç ve otorite kullanımı ile ortaya çıkan adaletsiz dayatmacı yoksunluklar baş gösterir. Böyle durumlarda özgürlükler ortadan kalkar ve özgürlükçü toplum yapısı dağılır. İşte tam da bu yüzden doğal hak olarak nitelenen ihtiyaçların yeterli miktarda temini özgürlüklerin korunabilmesi açısından çok ama çok önemlidir.
İnsanlık tarihi boyunca başta saltanatlar ve dinler olmak üzere birçok yönetim sistemi özgür bireyi ve özgürlükçü toplumu ortadan kaldıracak dayatmalar ile egemen olmuştur. Özellikle Hümanist çağ öncesi muhayyel ilahların kulu olarak görülen insan, aynı ilahların temsilcisi olduğunu iddia eden hanedan ve ruhban sınıflarının egemenliği altında; onların kölesi ya da kuluydu. İnsan hakları evrensel bildirgesinin yayınlanmasına kadar geçen yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca özgür insanı ve özgürlükçü toplumu savunan, yasal bir temele oturtan ve doğal haklarını güvence altına alan hiçbir sistem var olmamıştır. Bu kölecil dönem aydınlanma devrimi ve hümanist düşüncenin iktidara gelmesi ile sona ermiştir.
Türk toplumu ise ancak geçtiğimiz yüzyılın başında Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirmiş olduğu Cumhuriyet devrimleri sayesinde dinin ve hanedanın egemenliğini kırarak kişi özgürlüğünü, özgürlükçü toplumu ve insanın doğal haklarını koruyan bir hukuki ve siyasi sisteme kavuşabilmiştir. Bu manası ile geçmişte kul olan Türkler yeni toplumun özgür ve hak, hukuk sahibi vatandaşları seviyesine çıkabilmişlerdir.
Dinlerin insan egemenliğini, kişi hak ve hukukunu tanımayan sistemini laiklik yahut da halkçılık, hanedanların millet egemenliğini, milli irade ve hukukunu tanımayan sistemini cumhuriyet ile ortadan kaldıran Türk devrimleri çağdaş özgürlükçü toplum ve özgür insan yaratmanın en önemli unsurlarıdır. Türk devrimlerinin bu iki asli unsurunu korumak ve kollamak Türk milleti için özgürlükleri savunmanın tek ve vazgeçilmez yoludur.
Milliyetçiliği otoriter ve militarist, dayatmacı özgürlükler karşıtı bir ideoloji zanneden kesim, milliyetçiliğin milli egemenlik talebinden başka bir şey olmadığını, özgür insanın yer almadığı bir milli egemenlik kavramının ise düşünülemeyeceğini ne yazık ki kavrayamıyorlar. İşte milliyetçiliğin bu yönünü ve Mustafa Kemal Atatürk’ün özgür birey ve özgür toplum yaratmak idealini yeni nesillere muhakkak öğretmemiz gerekmektedir.