Çağımız bilgi ve iletişim çağı. İnsanlar çok daha kolay bilgiyi yayabiliyor ve bilgiye ulaşabiliyor. Ancak yayılan bilgi ne kadar doğru ve ulaşılan bilgiye ne kadar güvenebiliriz.
Çağımız bilgi ve iletişim çağı. İnsanlar çok daha kolay bilgiyi yayabiliyor ve bilgiye ulaşabiliyor. Ancak yayılan bilgi ne kadar doğru ve ulaşılan bilgiye ne kadar güvenebiliriz.
Çin gribi salgını ile birlikte iletişim şekli de değişti. Artık insanları salonlara toplayarak konferanslar, paneller düzenlenmiyor. Her şey sanal alemde gerçekleşiyor. Oturduğunuz yerden konferans veriyorsunuz ve sizi dinlemek isteyen kişiler de oturduğu yerden sizi dinleyebiliyor, soru yöneltebiliyor.
Sanırım bu iletişim yolu bizlerin kolayına geldi. Hemen her gün konferans ve panel duyuruları. Herkes bir şeyler anlatıyor. Anlatmasına anlatıyor da karşı tarafta kaç kişi dinliyor.
Dün bir sempozyuma dinleyici olarak katıldım. Kendi alanında çok iyi olduğunu bildiğim ve oldukça ünlü bir akademisyen konuşuyordu. Dinleyici sayısına baktım 7 ila 12 arasında idi. Bu meslektaşım kendi köşesinde yazdığı gazete yazılarında sanırım çok daha fazla okuyucu bulmakta.
Bu tür çevirimiçi programlara katılımın düşük olmasının sebebi son günlerde çok fazla bu türden programlar yapılıyor olmasıdır. Tabii ki başka sebepler de var. Bunlardan en önemlisi ise insanlar bir yılı aşkın süredir devam eden Çin gribi sebebiyle psikolojilerinin ve beklentilerinin değişmesidir.
Artık bir kısım insanımız her şeye itiraz eden, her şeyi tenkit eden, hiçbir şeyi beğenmeyen bir tip haline geldi. Eskiden “öküz altında buzağı” arayanlar, şimdi “buzağının altında öküz” aramaya başladılar. Kendilerinden o kadar eminler ki, itirazcı olmayan tipleri hemen “biat kültürü ile yetişmiş” olmakla suçlayabiliyorlar.
Birileri bir şeye ak diyorsa, ona kendisinin de “ak” demesinin hiçbir anlamı yok. Hayır bu “ak” değil, “siyah” diyerek ayrı baş çekmek, başına adam toplamak, kısacası kolay yoldan ünlü olmak istiyor. Allah’a bile inanmayan bir dinsiz, kendini “mezhep havarisi” olarak ortaya atabiliyor. Sınırların gereksizliğine inanan bir entel, bir bakıyorsunuz aşırı bir “öz Türkçeci” olabiliyor. Bir Yahudi, Ziya Gökalp’in saflarında en keskin Türkçü olabiliyor. Bir Yahudi dönmesi İzmir’de “kişisel bir kahramanlık” gösterisine girişerek İzmir Garnizon Komutanı’mızın 22 süngü darbesi ile şehit edilmesine sebep olabiliyor.
Sosyal bilimlerde gerçekliğin farklı görüntüleri olabiliyor. Bir sosyal olayın birden çok çıkış sebebi veya sonucu olabiliyor. Birisi çıkıp da bu olayın sebebi şudur dediğinde sizin kafanızda olayın sebebi başka ise hemen “yok, öyle değil, siz yanlış biliyorsunuz” diye itiraz yöneltebiliyorsunuz. Halbuki ikinizin de dediği doğru olabilir.
Bir akademisyen vefat ettiğinde başsağlığı paylaşımlarında bile bölünmeler yaşayabiliyoruz. O akademisyenin doktora öğrencisi olmuş ve ondan maalesef “zulüm” görmüş bir arkadaşımız çıkıp sıradan “Allah rahmet eylesin” paylaşımlarını kendisine haksızlık olarak görebiliyor. Bir başka pencereden bakarak ifade etmek gerekirse bazı kimselerin dirisi de, ölüsü de tartışma ve kavga yaratabiliyor.
33 yıl Osmanlıca dersi vermiş, bu konuda kitapları bulunan bir akademisyen olduğum halde Osmanlıca konusunda yazmış olduğum bir yazıda, “eleştiri” veya “düzeltme talebi” alabiliyorum. Hem de “öğrencimin öğrencisi” diyebileceğim bir kişiden. Bunu olumlu bir tabloda görerek “medeni cesaret” kapsamında sevindirici bulmamız da mümkün tabii ki.. Biz de çoğu zaman öyle yapıyoruz.
Türkiye’de eskiden yılda 8.000- 10.000 farklı türden yeni kitap piyasaya çıkarmış. Geçen yıl basılan yeni kitap sayısı ise 150.000 dolayında imiş. Bu kadar kitabı ne almak mümkün ne de okumak mümkün. Artık kendi ilgi alanımıza giren kitapları seçmek zorunda kalıyoruz. Tarihi çağlara ayırmak, “ben yeniçağ tarihçisiyim”, “ben yakınçağ tarihçisiyim” demek de yetmiyor. Kendi ilgi alanınız içerisinde bile tercih yapmak zorunda kalıyorsunuz.
Ortaokulda sınıf başkanı seçimi sırasında öğretmenimiz “aday olmak isteyenler tahtaya gelsin” dediği zaman, sınıfın yarısından fazlası aday olmuş, neredeyse “seçeçek öğrenci” kalmamıştı. Şimdi herkes yazar, herkes şair, herkes araştırmacı-yazar. Gazetelerin çok azı, köşe yazarlarına ücret vermek gereği duyuyor. “Emeğe saygı” edebiyatta güzel bir çalışma alanı. Emekçilerin hakkını savunmak iddiasında olanlar için bile.
“Bütün bu ahval ve şerait içinde” yazı yazmak ne kadar anlamlı bilemiyorum. Yazdığımız yazının ne kadar yarar sağladığı konusunda emin değilim. Bazen boşa kürek çekiyor, denizde rotasız, gelişigüzel dolaşıyormuşuz gibi geliyor.
17 gün süren “Tam Kapanma” günlerinin ardından yeniden yazıp yazmamak konusunda tereddüt yaşadım ve bu duygularımı sizinle paylaşmak istedim. Tamam mı, devam mı? Veya başlıktaki sorumuz ile “Kim Yazar, Kim Okur”. Ne dersiniz?