Güner DİNÇASLAN Zatımın felsefeciden anladığını bu haftaki köşe yazımda hem sorgulayıp, hem ne anladığımı siz okuyucularımla...
Zatımın felsefeciden anladığını bu haftaki köşe yazımda hem sorgulayıp, hem ne anladığımı siz okuyucularımla paylaşacağım. Görüşlerim tamamen benim düşüncelerimi yansıtır, organik ve katıksızdır, raf ömrünün uzun olmasını da dilerim.
Bana göre felsefe üreten kişi; farz edelim bir kuyuya düşüldü, o zamana kadar kimseden kuyudan nasıl çıkılır diye bir öğreti veya bilgi alınmadı veya alındı ama uygulama şansı yok. Kuyudan çıkacak kişinin; o zamana kadar uygulanmamış, uygulandığında da doğru yöntem olduğu, sonucun müspet olduğu doğrulanmamış, akla hayale gelmemiş, kimse düşünmemiş ama hayatın kendi içinde olan görmediğimiz bir yöntemle o kuyudan kendi çabasıyla çıkmasıdır. Uzun bir cümle oldu ama ancak öyle anlatabilirdim. Çıktıktan sonra da nasıl çıktığını açık net olarak anlatabilmesidir. Yol gösterici olmasıdır. Üzerinde tartışılıp o yöntemin doğru olup olmadığı tartışılmalı ama sonuç ne yapılırsa yapılsın, o kuyudan çıkan adamın yöntemi göz ardı edilememesi ve gün ışığı kadar ortada olan bu gerçeği kabul etmek durumudur. Adam o kuyudan çıkmış mı çıkmış, nasıl çıktığını anlatacak biz de tartışacağız. Ben böyle anlıyorum!
Şimdi gelelim benim bu konuda neden bir şeyler yazma gereği duyduğuma, hatta rahatsız olduğum bir konuya açıklık getirmeye. İddiam şu, daha doğrusu birçok kişinin dile getirdiği dert yandığı bir konu,” Bizim Türk Milleti olarak neden dünya çapında bir felsefecimiz yok!” bu söz söylendiği an bir grup var ki öne atılıp hemen savunmaya geçiyorlar ve diyorlar ki; Mevlana var ya, Yunus Emre var ya, Şems var ya, vs… Geçmişe yönelik basmakalıp isimler uzar gider. Özellikle, bu isimleri konuşmayacağım ve felsefeleri hakkında kimlik ve mensubiyetleri hakkında da bir şey söylemeyeceğim ki, bunun üzerinde de çok şeyler söylenir. Ve dahi bu zatlar kendi görüşlerini zaten söyleyip gitmişler, sen onların söz konusu ettiği konular hakkında sen ne söylüyorsun, yeni bir şeyler söyleyebildin mi ona bakalım. Kopyala yapıştır düşüncelerden bıktık artık.
Bizim bir hastalığımız var o hastalığa haslet diyoruz, daha da öte gidip, bu hasletimize saygı, şeref, edep yüklemesi yapıp kendi ayağımıza kendimiz pranga vuruyoruz. Bu pranga, düşünmemize, yorum ve tevillere engeldir. Düşüncemizin önünde kocaman bir set çekiyoruz, aşabilene aşk olsun. Aşmaya yeltenenlere de hadsiz, terbiyesiz, edepsiz yakıştırmaları yapıyoruz. Sonra da kısır bir döngü içine girip bizim neden dünya çapında bir felsefecimiz yok diye dert yanıyoruz. Düşünemiyoruz, düşündürtmüyoruz çünkü bizden daha iyi düşünenler var, biz kimiz ki kompleksi oluşmuş. Kafa yormuyoruz. Bizim için düşünenlerin sözlerini yüzyıllardan beri söyleyip geliyoruz. Yeni hiçbir şey üzerine katamıyoruz, çünkü üşeniyoruz, düşünmek bir emek işi, bir sabır işi, okumak araştırmak yorulmak demektir, biz yorulmayı da sevmiyoruz. O halde ne yapalım temcit pilavı gibi daha önce söylenmiş sözleri tekrarlayıp duralım.
Bir de en tehlikelisi, o isimlere kutsallıklar atfedip dokunulmazlıklar vermemizdir. Onların söylediği sözler kutsal olarak görülüp, üzerine söz söyleyecekleri “ edep yahu” nidalarıyla söyleyeni perişan ediyoruz. Edepsizlik bunun neresinde diye de sormaya korkuyoruz. İnsanın en zor yıktığı duvar kendi elleriyle zihnine ördüğü duvardır ki, kolay kolay o duvar yıkılmaz.
Yaşadığımız döneme gelip baktığımız da ise kendi düşünce imbiğinden süzülüp gelmiş, “Ben şu konuda şu tezi geliştirdim yani kuyudan şu yöntemle çıktım” diyen bazı felsefecilerin olduğundan söz ediliyor. Ben kendi adıma söylüyorum, bu felsefecilerin ne konuştuklarından ne anlattıkların bir şey anlamıyorum, demek benim algım bu kadar. Bunların yaşam profillerine baktığımızda hepsinin ortak bir kıyafetle giyindiklerini göreceksiniz. Pasaklı, düzensiz, pis kokan, saçları bitlenmiş dahası bohem hayatının öyle olduğunu sanan, kafası karışık ne dediği anlaşılmayan bir tez çürütemeyen, bu adamlar beni çok düşündürüyor.
Bu görüntü çoğu insanın aklını karıştırıyor ve “ Adam böyle giyiniyor böyle yaşıyorsa bazı şeyleri aşmış olmalı, bizim göremediğimiz bir gerçeği görmüş olmalı yoksa kimse dünya nimetlerini elinin tersiyle itmez” denilecek, görüntü olarak farklı olması işe yarayacaktır ama nereye kadar!
Yeni nesil felsefeciler için “Biz anlamasak da güzel şeyler söylüyordur” düşüncesi vardır ki işte en tehlikesi odur. Hiçbir şey söylemeden, ardından insanları sürüklemek boşa zaman harcatmaktır vebaldir, bir nesli yok etmektir. Kısır düşüncelerle gençliği doğru düşündürtmemektir. Bu gibi isimlerin önlerinde unvanları vardır, bazen prof, bazen yazar, sanatçı, hayatın içinde çok az da olsa değişik işlerin içinden de çıkabilirler. Pasaklı giyinmek felsefeci veya bilge olmanın bir gerekliliği gibi algı yaratılmaktadır.
İşi gücü yerinde, kazancı fevkalade, kaliteli bir yaşama sahip hayatın feleğinden geçmiş, her konuda birçok şey kazanmış, eli yüzü düzgün, yaşantısı gıpta edilecek kadar güzel ve kaliteli felsefeci veya bilge olmazmış gibi bir algı verilmektedir. Daha doğrusu böyle kabul edilmiştir.
Sözümün hulasası; İsviçre Alplerinde, yedi yıldızlı bir otelin, şömine başında gözleri zevkten ışıldayan, hayatın gerçeğine ermiş bilge kişileri çok özlüyorum. Öyle birileri olsun lütfen! Bilgelerin hepsi fakir olmak zorunda mı? Yırtık pırtık elbise mi giyecek hepsi, ya da elinde bir şişe şarabı sokak köşesinde idrarını kaçırmış ama “Bu dünya boş yeğen” diyen birileri mi olacak hep. Nasrettin Hocanın “hiç” fıkrasını bilen bilmeye anlatsın, bunca sene hiç olmak için mi okudun sen diye sormak istiyorum, biz hiçin ne olduğunu okumadan da biliyorduk. Bir de sırada entelektüel geçinenler var ki, bu başka bir yazı konusu olsun.
Bu hafta bu kadar esen kalın efendim.