Son aylarda bazı çevrelerde görülen Arap düşmanlığı farklı renkler almaya başladı. Türk insanı kendi değerini bilmekle birlikte kendisini diğer ırk ve milletlerden üstün görmez. “Üstün Irk” iddiası, -Almanlar da dahil- milyonlarca insanın ölmesine sebep olan II. Dünya Savaşı’nın tetikleyicisi oldu. Sonunda Hitler gibi “üstün ırk” iddiası da tarihin çöplüğündeki yerini aldı.
Son aylarda bazı çevrelerde görülen Arap düşmanlığı farklı renkler almaya başladı.
Türk insanı kendi değerini bilmekle birlikte kendisini diğer ırk ve milletlerden üstün görmez. “Üstün Irk” iddiası, -Almanlar da dahil- milyonlarca insanın ölmesine sebep olan II. Dünya Savaşı’nın tetikleyicisi oldu. Sonunda Hitler gibi “üstün ırk” iddiası da tarihin çöplüğündeki yerini aldı.
1789 Fransız İhtilali’nden sonra milliyetçilik güçlenince Osmanlıcılık ülküsü büyük yara aldı. Rumlar ve Bulgarlar Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrıldılar. Devlet, hiç olmazsa Müslüman unsurları bünyesinde tutabilmek için İslâmcılık akımlarını destekledi. 1918 yılında İngilizler ayrılıkçı Arap akımlarını destekleyerek İslam dünyasında Irak, Suriye, Lübnan gibi sun’i devletler ortaya çıkardılar. Savaşı kayıp eden Osmanlı Devleti artık Arapları İslâm ve halifelik kavramları ile de yanına çekemeyecekti.
Osmanlı Devleti’nin 1516 -1916 yılları arasında tam 400 yıl süren Arabistan hakimiyeti, yeni oluşan Arap devletçikleri için milli birliklerini sağlamak amacıyla planlı bir Türk Düşmanlığı’na dönüştürüldü. “Osmanlı bizi sömürdü”, “Osmanlı bize zulüm yaptı”, “Osmanlı bizi geri bıraktırdı” sloganları Arap birliğinin oluşumunu sağlamak için kullanıldı.
400 yıl Arabistan’a ve Araplara hizmet götüren, yardım gönderen, Surre Alayları gönderen Osmanlı, düşman gibi gösterildi. Kendilerini 8-10 ayrı devlete bölen İngilizler ise dost olarak kabul edildi.
Bu tarihi gelişim çizgisi 10 yıldan beri devam eden Suriyeli mülteciler sebebiyle Türkiye’de karşı tepkiye dönüşme eğilimi içerisine girdi.
Yurt dışından gelen mülteciler veya göçmenlerin yerli halk tarafından çok da dostça karşılanmadığı, çoğu zaman gözlemlenmiş bir olgudur. Mültecilere, göçmenlere verilen devlet arazilerini yerli halk kendi topraklarından onlara veriliyormuş şeklinde algılar. Çoğu zaman rahatsız olur. Aralarında arazi anlaşmazlıkları, arazi kavgaları çıkar.
İşgalden ve zulümden kaçarak ülkeye sığınan insanlar, evlerini, işlerini, babalarını veya çocuklarını yitirmiş insanlardır. Açlığı ve yokluğu görmüş, bir dilim ekmeğe hasret kalmış insanlardır. Bu yüzden gittikleri yerde “karın tokluğuna” da olsa çalışmaya razı olurlar. Asgari ücretin altında, kaçak işçi olarak çalışırlar. Bu durum, iş bekleyen ve belirli bir ücreti almaya alışmış olan yerli iş gücünü rahatsız eder. Aslında çok da iyi bir durumda olmayan bu yerli iş gücünün geçim şartları daha da aşağılara çekilmiş olur. Bazen iş bulamadan eve dönmek, evine ekmek götürememek zorunda kalır. Bunun sebebi olarak mültecileri görür ve onlara bilerek veya bilmeyerek düşman olmaya başlar.
Bugün bir vatandaşımız çocuğunun bir Suriyeli mültecinin çocuğu ile aynı sınıfta okuyor olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu. Doğrusu garipsedim. Suriyeli mültecinin çocuğunun ötelenmek istemesinin sebebi neydi? Vatandaşımız niçin rahatsız olmuştu?
Almanya’da yaşayan 3 milyon Türkün çocuklarının tamamı Türk okullarına mı gidiyor? Bazı Nazi artığı ırkçı Almanların Türklere yaptıkları baskı ve zulüm aklıma geldi. “Türkler gitsin” diyen bu ırkçı Nazistlerden ne farkımız kalacak o zaman?
Bir arkadaşımız İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri mezunlarının çocuklarına Arap sahabelerin isimlerini koymalarından şikâyet etmiş. Din eğitimi görmüş kişilerin çoğu zaman çocuklarına ve iş yerlerine İslâmî isimler koyma eğiliminde oldukları kabul edilebilir. Ancak İlahiyat Fakültelerinde de Türklük bilincinin İslâm içerisindeki önemini çok iyi bilen kimselerin olduğu da unutulmamalıdır. Ayrıca bu İslâmî adlandırma bir anlamda içinde yetiştiği kültürün bir parçasıdır. Askerlik sırasında komutanlarımız gruplar kurduğu zaman biz, “Göktürk, Uygur, Kürşad” gibi isimler önerirken bir kısım arkadaşımız genellikle “Furkan, Şura, Akabe” gibi isimler vermek isterlerdi. Aynı şeyi işyerlerine verilen isimlerde de rahatlıkla görebiliriz.
Arapça ve Araplara karşı gösterilen tepki bazen amacını da aşarak “Türkçe Ezan” istemek eğilimini canlandırma çabasına dönüşmektedir. “Türkçe Ezan” konusu ayrı bir makalenin konusu olacağı için burada ayrıntıya girmeyeceğim. Ama Arap düşmanlığının Arapça düşmanlığına ve bir tık ilerisinde İslâm düşmanlığına dönüşme eğilimi, bunu pompalayan bir çevrenin özel çabasını akla getirmektedir.
“Allah rahmet etsin” dua cümleciği bile Öztürkçe olarak ifade edilmeye, “tini şâd olsun”; “yeri uçmak olsun” gibi dua cümlecikleri piyasaya sürülmeye çalışılmakta. Ben “Allahım” da derim; “Tanrım” da , “Rabbim” de derim. “Selamün aleyküm” de derim “Merhaba” da derim. “Merhaba” diye verdiğim selamın “Aleyküm selam” diye alınması da garibime gider. Ama köy kahvesine girerken de Günaydın veya İyi Akşamlar demem; bütün ağırlığıyla “Selâmün aleyküm” diye halkı selamlarım. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde: “Merhaba ey âl-i irfân merhaba, Merhâba ey kân-ı irfân merhaba” diye peygamberimizi selamladığını hiç unutmam.
Bir milletin kendisini diğer milletlerden üstün görmesi ırkçılık olduğu gibi bir milletin tamamına düşmanlık beslemek de ırkçılıktır. Tıpkı insanların kibirli olması, büyüklenmesi ile vakar sahibi olması arasındaki ince fark gibi. Türk milletinin kendisine has birçok üstün niteliği vardır. Misafirperver olması, yardımsever olması, kanaatkâr olması gibi. İslâma gönülden ve en saf şekliyle inanmış olması gibi. Ama bu özelliklerden hiç birisi bizim Arap düşmanı olmamıza izin vermediği gibi Acem düşmanı da, Rus düşmanı da olmamıza izin vermez.
Yanlış yapan çoğu zaman halk değil onu yönetenlerdir. Yöneticilere kızabiliriz ama onların yönettiği halka düşmanlık yapmak bizi kendi ilkelerimizle ters düşürür.