Altındağ Son Dakika Haberleri

Âkif’in Ankarası Hâlâ Konuşuyor”

Altındağ’daki Tacettin Dergâhı’nda Sonsöz Gazetesi muhabiri Sümer Taşkıran’ın, Ankara Düşünce Merkezi Koordinatörü Mesut Çaça ile yaptığı özel söyleşisi...

TACETTİN DERGÂHI'NDA ÂKİF'İN İZİNDE

Sümer Taşkıran:

Efendim, Tacettin Dergâhı’nın bu mütevazı avlusunda, Âkif’in ruhunu adeta duyar gibiyiz. Ankara, o yıllarda bir “karargâh şehir”di; fakat aynı zamanda bir “iman şehri” hâline de geliyordu. Sizce Mehmet Âkif Ersoy’un Ankara’ya gelişi, bu dönüşümün neresinde durur?

Mesut Çaça:

Ne güzel bir tespitte bulundunuz. O günlerde Anadolu toprakları, istiklalin meşalesini yeniden tutuşturmakla meşguldü. İşte o hengâmede, kalemi kılıçtan keskin olan bir mütefekkir, bir iman eri olarak Âkif, büyük bir davet üzerine Ankara’ya teşrif etti. Bu yolculuk kolay olmadı; zira Anadolu’nun bağrı işgal altındaydı. Âkif’in Ankara’ya varışı tam on dört gün sürdü. Lâkin o yolculuk, yalnız bir bedenin değil, bir fikrin, bir ruhun da Anadolu’ya intikal edişidir. Onun gelişiyle birlikte millî mücadelenin manevî cephesi güçlenmiş olundu; gönüller, kelâmın kudretiyle kuvvet buldu.

"ÂKİF, SÖZLERİYLE BİR MİLLETİN RUHUNU DİRİLTTİ"

Sümer Taşkıran:

Âkif’in bu manevi liderliği, halkın moralini yükselten bir unsur hâline geliyor değil mi? O dönemde Ankara’da ve Anadolu’da onun tesiri nasıldı?

Mesut Çaça:

Elhak öyle oldu. Âkif, sadece bir şair değil, bir “irşad ehli” idi. Ankara’nın en zorlu günlerinde, onun hitabeti kubbelerde yankı bulur, vaazları camilerde gönüllere ilmek ilmek işlenirdi.
Hacı Bayram Veli Camii’nde verdiği vaazlar, millî mücadelenin sessiz ama derin yankısıdır.
Ankara’da kaleme aldığı yazılar, Sebîlürreşâd mecmuasında neşrolunur; Kastamonu, Eskişehir, Burdur, Konya, Antalya gibi beldelerde halkı direnişe çağıran sözleri adeta birer “manevî ferman” gibi okunurdu.
Âkif’in dili, hem âlimin aklına hem köylünün yüreğine dokunurdu.

"İSTİKLÂL MARŞI, ÜMİTSİZLİĞİN TOPRAĞINDA YEŞEREN İMAN TOHUMUDUR"

Sümer Taşkıran:

İstiklâl Marşı meselesine gelmek isterim… O marş, bir şiirden öte, bir milletin diriliş ilanıydı. Bu teklif nasıl geldi Âkif’e?

Mesut Çaça:

Meclis, istiklâl ruhunu ifade edecek bir marş arayışına girdiğinde, bu vazife kendisine yakışır bir kalem arıyordu. Abdullah Suphi Beyefendi, o dönemin Maarif Vekili sıfatıyla bu görevi bizzat Âkif’e takdim etti. Âkif, başta para ödülünü reddederek bu yarışmaya katılmamıştı. Zira onun nezdinde şiir, bir kazanç değil, bir “emanet”ti.
Lâkin milletin ısrarı, meclisin talebi üzerine kalemini aldı ve tarihimizin en ulvî metinlerinden biri doğdu.
O marş, sadece bir millî sembol değil; “ümitsizliğin toprağında yeşeren bir iman tohumu” oldu. Muhalifleri dahi o sözlerin karşısında susmak mecburiyetinde kaldılar; zira o dizelerde milletin vicdanı konuşuyordu.
HASAN BASRİ ÇANTAY İLE ÂKİF'İN DOSTLUĞU: İMAN KARDEŞLİĞİ

Sümer Taşkıran:

Âkif’in Ankara yılları aynı zamanda dostlukların ve fikir ortaklıklarının da filizlendiği bir dönem. Özellikle Hasan Basri Çantay ile olan yakınlığı dikkat çekici. Bu dostluğu nasıl okumalıyız?

Mesut Çaça:

Hasan Basri Bey ile Âkif’in dostluğu, adeta iki fikir insanının “iman kardeşliği”dir. Her ikisi de Anadolu’nun çetin şartlarında omuz omuza yürüdüler; sadece şiirde değil, siyasette ve fikrî sahada da birlikte oldular.
Bu dostluk, Türk İstiklâl Harbi’nin manevî sütunlarından biridir. Zira bir milletin yeniden doğuşu, yalnızca süngüyle değil, fikirle de olur. Onlar bu fikrin öncüleri oldular.

"ÂKİF, ANKARA'DA FİKRÎ ZİRVESİNE ULAŞTI

Sümer Taşkıran:

Peki efendim, Âkif’in sağlık durumu da o yıllarda oldukça yıpranmıştı. Ankara’daki yaşamı, onun bedeni ve ruhu üzerinde nasıl bir tesir bıraktı?

Mesut Çaça:

Doğrudur, Ankara’nın iklimi çetin, şartları meşakkatlidir. Âkif, bütün bu gayretin arasında hastalıklara da göğüs germek zorunda kaldı fakat o, bir an bile şikâyet etmedi; zira kendisini milletine adamıştı.
Tedavi için daha sonra İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kaldı. Lâkin Ankara’da geçirdiği o yıllar, onun fikrî üretkenliğinin zirvesidir. Sebîlürreşâd dergisi burada yeniden neşvünema buldu; 467. ile 527. sayılar arasında çıkan nüshalar Ankara’da hazırlanmıştı. Bu dahi gösterir ki Âkif, yalnız bir şair değil, bir “fikrî merkez” idi.

"ÂKİF, BİR İMAN MİMARININ ADIDIR"

Sümer Taşkıran:

Son olarak şunu sormak isterim: Sizce Âkif’i nasıl anlamalıyız? Onu bir şair, bir düşünür, bir dava adamı olarak mı tanımlamak gerekir?

Mesut Çaça:

Âkif’i yalnız bir “şair” sıfatına sığdırmak, bir denizi bardağa doldurmaya teşebbüs etmek gibidir. Evet, o fikir yürüten ve düşünme kuvveti olan bir adamıdır, bir mücahiddir. “Veterinerliği”, “mebusluğu”, “Arnavutluğu” onun kimliğinin sadece bir kaçıdır; hakikati ise İslâm-Türk medeniyetinin somut bir timsali olmasıdır.

O, evrensel bir düşünce insanıdır. Kalemiyle bir milleti dirilten, sözüyle bir nesle cesaret aşılayan bir “iman mimarı”dır.

Tacettin Dergâhı’nda duvarda asılı bir tablo, o nefes hissedilir. Burası sadece bir mekân değil; fikir, iman ve azmin sembolüdür.
Âkif’in Ankarası, işte bu dergâhın taşlarında, Hacı Bayram’ın kubbelerinde ve milletin kalbinde yaşamaya devam eder.

ÇAÇA: MİLLETİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

Mesut Çaça:

...Ve işte bu dergâhın duvarları arasında Âkif, bir gün oturur ve o meşhur “Bülbül”ü kaleme alır. O şiir, sadece bir bülbülün feryadı değil; milletin sessiz çığlığıdır. Bugün bu avluda rüzgârın sesi bile o feryadı taşır gibi…

İşte o şiir!

MEHMET ÂKİF ERSOY - "BÜLBÜL" ŞİİRİ

Evet, zulmün artsın artık, ey sabrın sinir zor günün,
Dönüp de bakmamam mümkün mü milletimin hâline?
Ne efendim imiş, ey didâr-ı hürriyet!
Esir-i aşkın oldum, gerçi kurtuldum esaretten.

Bülbüller ötarken güzâr-ı vatanda,
Ben ağlarım, ben ağlarım hicrânla zâr zâr!
Değil mi cephelerde bin şehid yatıyor,
Ey bağ-ı vatan, senin uğrunan kanlar akıyor!
Artık yeter, ey yüce Hakk, lütfeyle nusretün;
Yetiş bu millete, yâ Rab, senin kudretin!