EBRU APALAK

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) açıldığı 23 Nisan 1920, yalnızca bir kurumun kuruluşu değil, aynı zamanda halk iradesinin anayasal teminat altına alınmasının da simgesidir. Yaklaşık 22 yıl görev yaptığı Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nden 2021 yılında emekli olan tarihçi Dr. Alper Bakacak, Meclis’in kuruluş sürecinden bugünkü işleyişine kadar uzanan dönemi mercek altına aldı. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Teksas eyaletinde yaşayan Dr. Bakacak, Türkiye’deki siyasal sistemi ABD’deki başkanlık modeliyle karşılaştırarak iki yapı arasındaki benzerliklerden çok, farklara dikkat çekti. Fransız Devrimi’nden Wilson Prensiplerine, Atatürk döneminden 16 Nisan 2017’deki sistem değişikliğine kadar birçok kritik dönüm noktasına değindi. Peki, Meclis’in temsil gücü, tarihsel misyonu ve halkla kurduğu bağ bugün ne ölçüde ayakta?

- 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılışı, dünya tarihindeki benzer halk egemenliği örneklerinden nasıl ayrışıyor?

- Alper Bakacak: Osmanlı Devleti, 1876'dan beri anayasal, parlamenter sistemin içindeydi. I. Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan Mondros Mütarekesi sonucu yaşanan işgallere 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan padişah iradesi ile kapatılınca Anadolu Hareketi oluşmaya başladı. Kongreler yoluyla temel meşruiyetini halk egemenliğinden alan bu hareketin temel amacı yeniden Meclis’in açılması ve parlamenter sistemin olmasını sağlamaktı. Bu hedef, kısmen Misâk-ı Millî’yi ilan eden son Osmanlı Mebusan Meclisi'nin açılmasıyla gerçekleşti. Sivas Kongresi sonrası oluşturduğu baskı ortamı sayesinde Misâk-ı Millî’yi ilan eden son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin açılması buna örnek niteliğindedir. Fakat çok kısa sürede İngilizlerin İstanbul’u hukuken işgali ve Padişah’ın yetkisine dayanarak yeniden kapanan Osmanlı Mebusan Meclisi, Barış Anlaşması öncesi siyasi handikap yaratacaktı. Bu nedenle Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki Anadolu Hareketi, Ankara'da yeni bir Meclis açmak ve imzalanacak barış antlaşması öncesi ülkenin birliğini savunmak istedi. Kapanan Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılması gibi düşünülmesi gereken bu yeni meclisin Büyük Millet Meclisi adıyla 23 Nisan 1920’de açılması, henüz yasal bir zemine oturmamış olan Anadolu Hareketine anayasal meşruiyet sağladı. Bu gelişme, Fransız İhtilali ve Wilson Prensipleri bağlamında değerlendirilebilir. Fransız Devrimi bilindiği gibi modern dünyada iç politika açısından egemenliğin kaynağının değişmesi ve vatandaşların iradesinin meşruiyet kaynağıolması sonucunu doğurmuştu. Aynı zamanda I. Dünya Savaşı döneminde Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’ın ilan ettiği ilkeleri de dış politikada benzeri bir prensip ortaya koymuştu. Wilson, uluslararası politikada artık geçerli olan şeyin halkların kendi geleceklerini tayin hakkına sahip olması olduğunu söylüyordu. Bu genel prensip, I. Dünya Savaşı’nın sonlarında modern devletlerce de benimsendi ve savaş sonrası oluşacak olan dünya düzeninin bu prensibe dayalı olarak kurulacağı öne sürüldü. Bu sayede parlamenter, demokratik sistemler öne çıkmıştır. Dolayısıyla biraz Amerika'nın, biraz da Fransa'nın etkisiyle olan bir durum diyebiliriz. Hem iç politikada hem de dış politikada egemenliğin halka dayanması prensiplerini Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa çok iyi değerlendirmiştir.

- Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Meclis ile günümüz Meclisi arasında işleyiş, temsil ve ideolojik duruş açısından ne gibi farklar görüyorsunuz?

- Alper Bakacak: 1920 Meclisi, birkaç grubun bulunduğu bir meclistir. Bu dönemin ilk anayasası olarak kabul edilen 1921 Teşkîlât-ı Esâsiye Kanunu'na göre egemenliğin temel kaynağı halktı ve bu egemenlik, güçler ayrılığı değil, güçler birliği çerçevesinde yürütülmekteydi. 1924 Anayasası'yla da bu yapı devam etti.

Olağanüstü bir hâlin Meclisi olan 1920 Meclisi için bu durum son derece doğaldı. Fakat 1924 Anayasası ile bu sistemin 1960'a kadar sürmesi çeşitli sorunlara yol açtı. Özellikle 1950 sonrasında, Demokrat Parti döneminde "kanunların Anayasa’ya uygunluğu" meselesi gündeme geldi ve bu da bir Anayasa Mahkemesi ihtiyacını ortaya çıkardı.

1921 ve 1924 Anayasalarında güçler birliği olduğu için, Meclis’e egemen olan parti, genel olarak tüm sisteme egemen hâle geliyordu. Bu nedenle, sistemde muhalefetin kıymeti harbiyesi yoktu; muhalefet herhangi bir baskı unsuru oluşturamıyordu.

Atatürk döneminde, demokratik ve çok partili bir rejim tam anlamıyla oturtulamadı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi çeşitli denemeler yapılmakla birlikte, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tek parti olarak devam etti. Zaman zaman kimi bağımsız adaylar muhalif olarak seçimlere katılabildiler. 

Bunun temel nedenleri arasında; demokratik bir toplumun, sivil toplumun ve eğitimli bir kamuoyunun henüz oluşmamış olması; hâlâ Orta Çağ’ın değerleriyle yaşayan bir toplumun varlığı ve bunu dönüştürmeye çalışan Atatürk devrimleri yer almaktadır.

Whatsapp Image 2025 04 23 At Ös 5.05.33

Devrimin temel amacının Türk halkını tebaadan vatandaşa dönüştürme çabası olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu durum anlaşılabilir. Atatürk’ün "diktatör olduğu" yönündeki çeşitli tartışmalar, bu çabanın modernleştirici bir proje olarak değerlendirilmesi durumunda farklı anlamlar kazanır.

Günümüzde ise Türkiye, modern toplum aşamasına ulaşmış; Cumhuriyet devrimlerinin üzerinden 100 yılı aşkın süre geçmiştir. Bu süreçte bölgesinde önemli bir güç olan Türkiye’nin hâlâ güçler birliği temelinde mi yoluna devam edeceği sorusu, temel tartışmalardan biridir.

Her tarihsel olay kendi bağlamında ve kendi zamanına göre değerlendirilmelidir. Ancak 2025 yılında, bu ölçekte bir ülkede yaşananların teoriyle pratik arasında bu kadar uyumsuz olması, bugünkü sıkıntılarımızın temel kaynaklarından biridir.

“ANKARA, HÂKİMİYET-İ MİLLİYE GAZETESİ’NİN ETRAFINDA ŞEKİLLENDİ”

- Meclis’in kuruluş sürecinde kamuoyu oluşturma ve halkın desteğini sağlama açısından dönemin basınının özelikle Ulus Gazetesi’nin rolü neydi? 

- Alper Bakacak: Ulus Gazetesi, CHP’nin yayın organıydı; ancak, Hâkimiyet-i Milliye adıyla, 10 Ocak 1920’de Ankara’da, CHP’den de önce kurulmuştur. Bunun temel nedeni, Anadolu Hareketi’nin kamuoyuna ulaşma çabasıdır. Çünkü o dönemde esas matbuat merkezi İstanbul’dadır ve İstanbul gazeteleri Anadolu’ya geç ve zor ulaşıyordu.

Bu durumu koordine edebilmek ve kamu diplomasisini uygun şekilde yürütmek amacıyla, önce Sivas Kongresi’nde Gaye-i Milliyye adında bir gazete çıkarılır. Ancak Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi ile oluşturduğu Heyet-i Temsiliye Ankara’ya geldikten sonra, Sivas’la olan fiziki uzaklık ve iletişim koşullarının yetersiz olması nedeniyle Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi kurulmuştur.

Teknoloji Tufanına Karşı “NUH’UN GEMİSİ” Teknoloji Tufanına Karşı “NUH’UN GEMİSİ”

Whatsapp Image 2025 04 23 At Ös 5.05.56

Hâkimiyet-i Milliye, önce Anadolu Hareketi’nin, ardından Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ve daha sonra da CHP’nin yayın organı olacaktır. Bu gazete, 1970’lere kadar yayın hayatını sürdürür. Türk modernleşme serüvenini ve Cumhuriyet’in gelişimini bu gazete üzerinden de takip etmek mümkündür.

Gazetenin önde gelen yazarları arasında Falih Rıfkı Atay yer alır. Atay’ın başyazarlığı 1950’lere kadar devam eder ve kendisi için “Atatürk’ün sesi” denir. Yazıları, Atatürk’ün güncel politikalarını yansıtması bakımından oldukça önemlidir. Bir yandan da gazete, yarı-resmî bir yayın organı niteliğindedir. II. Dünya Savaşı sırasında birçok gazete kapatılırken, Ulus Gazetesi’nin yayın hayatına devam etmesi de bu konumunun bir göstergesidir.

Meclis’in 23 Nisan’da kurulması sürecinde Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi oldukça etkili olmuştur. İlk yıllarda imkânsızlıklar nedeniyle haftada birkaç kez yayımlanabilmiştir.

Gazetenin adı sonradan Ulus olarak değiştirilmiştir. Bugünkü Ankara Ulus Meydanı da aslında o dönem Hâkimiyet-i Milliye Meydanı olarak adlandırılmıştır. Gazete adını meydandan, meydan ise adını gazeteden alır. Bu da Ankara’nın özünün âdeta bir gazete etrafında şekillendiğini gösterir.

TARİHÇİ BAKACAK: BUGÜNKÜ SİSTEM KAPALI, KARMAŞIK VE OTORİTER 

- 16 Nisan 2017 referandumu ile Türkiye parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçti. Bu değişiklik, 1920’de kurulan Meclis’in temsil gücü, denge-denetleme işlevi ve tarihsel misyonu açısından ne gibi kırılmalar ya da dönüşümler yarattı?

- Alper Bakacak: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Millet, egemenliğini seçim yoluyla, temsilcileri aracılığıyla kullanıyor. Dolayısıyla meclislere ihtiyaç vardır. Henüz bunun daha etkili bir yöntemi bulunabilmiş değil. Ancak seçim mevzuatı, seçime katılacak aktörler, genel oy ilkesinin uygulanıp uygulanmadığı, muhalefetin propaganda yapma imkânı ve seçimlerde eşit şartların oluşturulup oluşturulmadığı gibi unsurlar, sistemin niteliği hakkında bize veri sunar.

2017 referandumunda halkın kararı yüzde 50+1 üzerinden belirlendi. Bu durum bir yandan çoğunluk iradesini ortaya koysa da diğer yandan geride kalan yüzde 49.9’un da dikkate alınması gereken bir kesim olduğunu gösterir. Referandumlar bazı sorunları çözmek açısından işlevsel olabilir ancak yeni tartışmalara da zemin hazırlayabilir. Bu nedenle, temsilcilerin bir mecliste veya kongrede alacağı kararlar, zaman zaman daha hızlı ve pratik olabiliyor.

2017 referandumu sonrasında Meclis'in yetkileri daraltıldı; özellikle yürütmenin denge ve denetleme mekanizmalarından büyük ölçüde muaf hâle gelmesi, günümüze dek süren tartışmaların temelini oluşturdu. Bugün Meclis’in tamamen işlevsiz olduğunu söyleyemem, fakat daha çok sembolik bir konumda bulunduğunu ifade edebilirim. Meclis'in hükümeti gensoruyla düşürme yetkisi artık yok. Ülkeyi yönetme yetkisi doğrudan seçimle belirleniyor.

Ancak seçimler artık çeşitli nedenlerle eskisi kadar kolay yapılamıyor. Sekiz yıl içinde herhangi bir erken seçim görmedik. Cumhurbaşkanının yüzde 50+1 oyla seçilmesi, ittifakları zorunlu hâle getirdi. Oysa sistemin başında bu modelin koalisyonlara ihtiyaç duymadan istikrar sağlayacağı ifade edilmişti. Fakat tam tersi bir durum ortaya çıktı. Şu anda siyasal olarak birbirine muhtaç, zaman zaman kendi içinde çelişen söylemlere sahip partilerin bir arada hareket etmek zorunda kaldığını görüyoruz. Bu durum sürdükçe de böyle devam edecek gibi görünüyor.

Bu sistemde partilerin ve Meclis’in fonksiyonları, kendi içlerindeki tutarlılıkları ve geleceğe yönelik vaatleri bakımından giderek zayıflıyor. Çünkü sistem, onları başka yapılarla ittifaka mecbur bırakıyor.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında CHP’nin içinde de hizipler vardı. Ancak Atatürk’ün liderliği ve İsmet İnönü’nün icranın başında olması sayesinde pek çok konu, kamuoyuna yansımadan parti içinde tartışılıp çözülebiliyordu. Günümüzde başbakanlık makamı yok. Cumhurbaşkanı’nın hem devletin hem de yürütmenin başı olması söz konusu. Bu durum, 1921 ve 1924 anayasalarında da benzer şekilde mevcuttu. Fakat bir Başbakan ve kabinesi de anayasada yer almaktaydı. Teamülen Başbakan icranın başı, Cumhurbaşkanı ise devletin başı konumundaydı. Anayasaya göre Cumhurbaşkanı’nın Bakanlar Kurulu’na başkanlık etme yetkisi vardı ancak bu yetki genellikle başbakan tarafından kullanılırdı.

Whatsapp Image 2025 04 23 At Ös 5.06.10

Atatürk döneminde ikili bir yapı vardı. Bu nedenle Atatürk’le uzun yıllar başbakanlık yapmış İsmet İnönü zaman zaman görüş ayrılığına düşer, aralarında tartışmalar yaşanırdı. Bugün ise sistem daha kapalı bir yapıya sahip. Elbette tartışmalar olabilir ama bunları kamuoyunun önünde görmek mümkün değil. Bu da bugünkü sistemi daha “sofistike” ama aynı zamanda daha otoriter hâle getiriyor.

“TBMM'NİN YETKİLERİ ABD KONGRESİ'NİN YETKİLERİNDEN DAHA AZ”

- ABD’deki başkanlık sistemi, kuvvetler ayrılığı ve kurumsal denge mekanizmalarıyla şekillenmiş bir yapı sunuyor. Türkiye’de 2017 referandumunda bu sistemden esinlenildiği söylense de uygulamada farklı bir model ortaya çıktı. Türkiye’deki anayasal değişimler ve parlamenter sistemin zedelenmesi, kurucu Meclis felsefesiyle ve Atatürk'ün devlet anlayışıyla ne ölçüde örtüşüyor ya da çatışıyor?

- Alper Bakacak: Anayasal sistemler, özellikle Amerikan Devrimi ile birlikte dünyaya yayıldı. İktidar oluşurken anayasanın belirli maddelerine uygunluk arayışı, Amerika'nın modern dünyaya bir armağanıdır. Fransız Devrimi’nden sonra Fransa'da da anayasal bir hareket ortaya çıktı ve bu bütün dünyaya yayıldı. Amerika, denge ve denetleme mekanizmalarını belli ölçülerde kurarak bu sistemi oluşturdu. Bir yanda parlamento, diğer yanda yürütme ve yargı bulunur. Supreme Court (Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’ne benzetebiliriz), yapılan her şeyin federal anayasaya uygun olup olmadığını denetler.

Amerika, her biri ayrı "state" olarak adlandırılan devletlerin birleşmesinden oluşur. Şu anda Teksas’ta yaşıyorum. Teksas’ın bir governor’ı (eyalet valisi) ve bir parlamentosu var. Teksas, federal devlete ters düşmemek kaydıyla kendi yasalarını çıkarabiliyor.

Amerika’yı örnek alabilmek için bizim de gerçek anlamda bir eyalet sistemine sahip olmamız gerekir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti üniter bir yapıya sahip bir devlet ve bu konuda taviz vermemek konusunda oldukça kararlı. Bu nedenle Türkiye’de, Amerika’daki gibi bir başkanlık sisteminin olduğunu söylemek mümkün değil. Amerika’da yasama ve yargı hâlâ keskin biçimde bağımsız.

Şu anda ABD Başkanı Donald Trump’ın karizmatik liderliği burada birçok insanı etkiliyor. Bu karizmayla bazı şeyleri dönüştürme çabasında. Örneğin; Amerikan Başkanı sadece iki dönem seçilebilir. Ancak Trump, üçüncü kez seçilebileceğini iddia ediyor. Bu da onun Anayasa’ya aykırı hareketlere hevesli bir kişi olduğunu gösteriyor.

Amerikan sisteminde iki kanatlı bağımsız bir parlamento vardır:  Bir yanda Temsilciler Meclisi, diğer yanda Senato. Temsilciler Meclisi seçimleri iki yılda bir, Senato seçimleri ise altı yılda bir yapılır. Başkan dört yılda bir seçilir. Bu da hiçbir seçimin aynı ana denk gelmemesini, dolayısıyla denge oluşmasını sağlar. Bu nedenle Amerikan Başkanı’nın yetkileri sınırlıdır.

Türkiye’ye bakacak olursak, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri Amerika’daki konumuna göre çok daha fazladır. TBMM'nin yetkileri ise ABD Kongresi'nin yetkilerinden daha azdır. Günümüzde Türkiye, çoğu zaman “otoriter demokrasi” örneği olarak gösteriliyor. Demokrasilerin dünyada yaşadığı krizin bu konjonktürde Türkiye için de geçerli olduğu söylenebilir.

Bugünkü Türkiye'nin siyasal yapısı Amerika ile doğrudan karşılaştırılamaz. Türkiye’de referandumla ortaya çıkan sistem kendine özgü bir model. Ersin Kalaycıoğlu Hoca bunu bir tür “sultanizm” olarak tanımlıyor. Seçimle gelen bir Cumhurbaşkanı, çok geniş yetkilere, neredeyse tüm kurumları yönetme gücüne sahip. Ayrıca Meclis'in yasama yetkilerinin bir kısmını da kullanabiliyor. Dolayısıyla Türkiye’de şu an böyle bir siyasal atmosfer söz konusu.

Muhabir: Haber Merkezi