René Descartes (Dekart)’ın Metot Üzerine Konuşmalar kitabını ilk kez 1972 yılında Çatalca’da öğretmenlik yaparken okumuş ve hayran olmuştum. “Keşke daha önce okumuş olsaydım” dediğim kitaplardan birisidir.
René Descartes (Dekart)’ın Metot Üzerine Konuşmalar kitabını ilk kez 1972 yılında Çatalca’da öğretmenlik yaparken okumuş ve hayran olmuştum. “Keşke daha önce okumuş olsaydım” dediğim kitaplardan birisidir.
Dekart, felsefesinin temelini bilimsel şüphe üzerine kurar: Ben bilgilerimi 5 duyu organım ile elde ediyorum. Ama ben biliyorum ki en önemli bilgi edinme organım olan gözlerim beni yanıltıyor. Bir kova içerisindeki suya daldırılan bir sopa gözüme sanki kırıkmış gibi görünüyor. Halbuki sopanın kırık olmadığı bir gerçek. Öyle ise gerçek doğru bilgi edinirken ben gözlerime güvenemem. Bu güne kadar doğru bildiğim her şey yanlış olabilir. Doğru bilgiye nasıl ulaşabilirim? Düşünüyorum. Düşünüyorum. Madem ki düşünüyorum, düşünmek için var olmak gerek.. Öyle ise ben varım… İşte Dekart’ın bulduğu ve doğruluğundan emin olduğu ilk gerçek bu. Düşünmek için var olmak gerek. Ben düşünüyorum. Öyle ise ben varım.
Çağımızın bilgi kirliliği içerisinde herkes kendi aklında, kendi vicdanında bir takım kesin, tartışılmaz doğrulara sahip. Bunları hiçbir şekilde tartışmaya açmak istemiyor.
21. Yüzyıl sanki bilgi çağı, aydınlanma çağı değil. Aristo mantığından ayrılmamak için korkunç bir direnç gösteriyor bazı aydınlarımız. Bu direnç gösterenler sadece tek bir grup değil ne yazık ki. Kendisini ilerici, aydın olarak görenler/gösterenler bile Aristo mantığından ayrılmamak konusunda bir köy imamından farklı değil.
Ergenlik çağında gençler her şeye itiraz ederek kendi kişiliklerini bulmaya çalışırlarmış. Bunu anlamak çok zor değil. Ama 70’lik delikanlılarımızın bile “tek doğru, benim doğrum” mantığında ısrar etmesini anlamakta zorlanıyorum.
Aristo mantığından kopamayan kafalar, kendi gazetelerinden başka gazete okumaya gerek duymuyorlar. Kendi TV kanallarının dışında başka bir kanala bakmak dayanılmaz bir işkencedir. Etrafımızdaki insanların da bizim gibi düşünmesini istediğimiz için, “çatlak bir ses” duymaya dayanamıyoruz. “Dikensiz gül bahçesi” bizim için tek hedef. Her geçen gün etrafımıza yüksek duvarlar örüyor ve bu yüksek duvarların içerisine kendimizi hapis ediyoruz. Kısacası korkunç bir hızla “getto”laşıyoruz…
Bir dine inanan insanlar için o dinin kutsal belgeleri tartışmasız kabul edilmesi gerekli gerçek bilgilerdir. O dine inanıyorsan o belgelere de inanacaksın. Hz. Musa’ya gelen kitap taş üzerine yazılacak kadar kısa olsa bile Ahd-ı atîk tartışılması günah olan belgelerdir. Hz. İsa’ya gelen İncil’den 4 farklı İncil ortaya çıkmış olsa bile bu 4 İncil’in her biri ayrı ayrı tartışılmaz kutsal metinlerdir. Kur’an-ı Kerim’im bir harfinin bile değişmediğine ve kıyamete kadar da değiştirilemeyeceğine bütün Müslümanlar tam olarak inanır. Din konusunda genel kural şudur: “Hakkında nass (Allahın kesin hükmü) bulunan bir konu tartışmaya kapalıdır”.
Siyasi ve felsefi konular ise insan aklının antreman sahalarıdır. Her tez bir veya birkaç anti-tez doğurur. Eskilerin deyimiyle “Barika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan çıkar”. Bugünkü Türkçemizle söyleyecek olursak, “Gerçeğin ışığı fikirlerin çarpışmasından doğar”. Ama artık çoğu kişi fikirlerini çatıştırmaya gerek duymuyor. Belki buna vakitleri yok. Karşısındakinin düşüncesine saygısı da yok. Ellerde birer damga: “Gerici, yobaz, faşist, Atatürk düşmanı… Veya dinsiz, ateist, komünist…”. Kanal İstanbul Projesi’ne taraftar olmak veya karşı çıkmak bile bir ayıraç gibi kullanılır oldu.
Bir etnik gruba destek için silâha sarılanlar bile “ırkçı, faşist” olarak damgalanmazken, “Türkçüyüm” demek “ırkçılık, faşistlik, gericilik” olarak yaftalanabiliyor.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü bana göre Mustafa Kemal Atatürk’ün en veciz ve en önemli sözüdür. Gerçeği ararken hiçbir zaman ilimden, fenden ayrılmayacağız. Nabza göre şerbet vermeyeceğimiz gibi, siyasi tercihimizin dar kalıplarına da sıkışıp kalmayacağız. Bunu yapmak kolay mı? Kesinlikle kolay değil. Bunu tarihimizde birçok örnekle açık bir şekilde bilmekteyiz.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü sağcısı da, solcusu da çok iyi okumalı, çok iyi değerlendirmelidir. Cahil bir dedenin, cahil bir şeyhin peşinden giderek gerçeğe ulaşmaya çalışmak ile siyasi liderinin her sözünde hikmet aramak, tartışılmaz görmek aynı kapıya çıkar.
“Seninle aynı düşüncede değilim ama yine de görüşlerine saygı duyarım” diyebilmek sanki çok uzak bir hayal gibi. Ama birlikte yaşamanın temel gereği birbirimize saygı gösterebilmektir. Aksi taktirde Habil ve Kabil’in savaşı sonsuza kadar devam edecek. Hiçbir zaman kazananı da olmayacak.