“Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” tekerlemesi sanki bir atasözü gibi tekrarlanır. Çoğu zaman “doğru mu” diye düşünmeye bile gerek duymayız. Tıpkı “Akarsu pis tutmaz” tekerlemesi gibi. “Sinek pis değildir, mide bulandırır” tekerlemesi gibi…
“Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” tekerlemesi sanki bir atasözü gibi tekrarlanır. Çoğu zaman “doğru mu” diye düşünmeye bile gerek duymayız. Tıpkı “Akarsu pis tutmaz” tekerlemesi gibi. “Sinek pis değildir, mide bulandırır” tekerlemesi gibi…
Yakınçağ tarihimizde İttihat ve Terakki Partisi, “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” sözünü kendisine ilke edinmişti. İktidâra, II. Abdülhamit’e düşman olan herkesi, her topluluğu, her milleti kendisine dost saydı. Bunlarla işbirliğine girişmekten çekinmedi.
İnsanlığın kazanımları önündeki tek engel, ülkenin refah ve mutluluğunu istemeyen, zalim, diktatör “Kızıl Sultan” giderse “her şey çok güzel olacak”tı. Yunanlılarla aramızdaki sorunlar bitecek, Bulgarlarla dost olacak, Ermenilerle kucaklaşacaktık..
II. Abdülhamit’e bir Ermeni terörist suikast yapmaya çalışıp başarısız olunca ünlü şairimiz Tevfik Fikret çok üzülmüş ve “Ey şanlı avcı, dâmını boş yere kurmadın, Attın, attın ama ne yazık ki vurmadın” diye şiir yazabilmişti.
Tek ve birinci hedef Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve meşrutiyetin tekrar getirilmesi idi. Bunu temin edebilmek için yurt içinde ve yurt dışında Osmanlı ve Türk düşmanları ile işbirliği yapılmaktan çekinilmedi. Amaca ulaşmak için her şey, her yol mübahtı. Yeter ki Abdülhamit def olup gitsin. Biz iktidara gelelim.
O yıllarda Askeri Tıbbiye öğrencilerinin yazmış olduğu bir bildiriyi dönemin gazetelerinde okuyunca kanım donmuştu. Bildiride özetle anlatılan şu idi: “ Kızıl Sultan halka zulm ediyor, vatan elden gidiyor, siz bu durumda ders çalışmayı düşünüyorsunuz. Bırakın dersi, defteri bize katılın, bize destek verin”.
Bu sistematik muhalefete karşı Abdulhamit’in”hafiye” sistemi, jurnalleri, atiyyeleri, açtıkları modern okullar, Avrupa’ya gönderdiği öğrenciler, hiç birisi işe yaramadı. Muhalefet, her türlü yolu deneyerek iktidarı ele geçirdi. Geçirdi de ne oldu? Her yer güllük gülistanlık mı oldu?
Abdülhamit tahttan indirildi ve kararı Karasu (Karasso) Efendi kendisine tebliğ etti. Abdülhamit Selanik’te sürgünde iken İttihat ve Terakki bütün devlet kademelerine yerleşti. Elinde “Abdülhamit düşmanlığı”ndan başka bir şey bilmeyen kadrolar vardı. İlk iş olarak Yunanlılar ile Bulgarlar arasındaki yıllardır bir türlü çözülemeyen “kilise anlaşmazlığını” çözdüler!!! Arkasından iki millet birleşip Osmanlıya savaş açtı ve korkunç Balkan Savaşları bozgununu yaşadık. Yüzbinlerce kişi canını kurtarıp Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı.
II. Meşrutiyetin verdiği hürriyet mutluluğunu Adana Ermenileri Çukurova’da Küçük Ermenistan’ı yeniden kurmak için kullandılar. Binlerce günahsız insan öldü, vatanını, canını korumak isteyen Bahçe Müftüsü Yusuf Efendi gibi vatanseverleri de -dış baskıları susturabilmek adına- kendi elimizle idam etmek zorunda kaldık.
Ermeniler, iktidara düşmandılar. Kendilerine göz açtırmayan Abdülhamit’ten kurtulmak istiyorlardı. Kızıl Sultanın düşmanı idiler. Ama bizim de dostumuz olmadılar. 1909 Adana ayaklanmasını sahneye koydular.
Hürriyet, eşitlik, kardeşlik nutukları havalarda uçuşurken İttihat ve Terakki’yi tenkit eden gazeteciler Galata Köprüsü üzerinde öldürülüyordu.
Rumeli’de ayrılıkçı Bulgar ve Sırp çetelerine karşı verilen gerilla savaşlarında pişen genç Osmanlı subayları artık ölümle dans etmenin ne demek olduğunu çok iyi öğrenmişlerdi. Bâb-ı Âlî Baskını onlar için çok zor olmadı. Devletin tamamını ele geçirmek ve bütün noktaları kontrol altına almak istiyorlardı. Öyle de oldu. 1912’den sonra her şeye hâkimdiler. İkinci başkentimiz Edirne’yi kurtarabilmek bile büyük bir başarı sayıldı. 1914 yılına gelindiğinde ise savaşlardan yorgun, bıkkın milleti bir büyük cehennem içine sokmaktan çekinmediler.
Büyük hayaller vardı. Türk Dünyası birleşecekti. Ama hayal ile gerçek arasındaki korkunç gerçek Sarıkamış’ta Allahuekber Dağları’nda bir daha unutamayacağımız bir şekilde ortaya çıktı. Buna rağmen Enver Paşa yine hayallerini gerçekleştirme çabalarına devam etti. Ta ki her şeyi kayıp edip yurt dışına kaçana kadar.
İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerinin vatanseverlikleri de milliyetçilikleri de Mondros Mütarekesi’ne atılan imzalar ile yok olup gitti. Türk Milleti artık kendi evini, kendi köyünü kurtarabilmek için yeniden silaha sarılmak zorunda kalacaktı. 7 düvele karşı savaşmamız yetmezmiş gibi, 1919-1922 arası 4 yıl da 400 yıl Osmanlı Tebe’ası olarak varlık sürdüren Yunanistan’a karşı savaşmak zorunda kaldık.
İnsanları ve milletleri “iyi-kötü” olarak sınıflandırmak her zaman doğru olmayabilir. İttihat ve Terakki çok iyi niyetlerle ortaya çıkmış olsa bile sonuç olarak yaptıkları şeyler ülkeye çok acı verdi. Büyük kayıplar yaşattı. Faydadan çok zarar vermiş oldular. “Abdülhamit düşmanlığını” “devlet düşmanlığına” çevirmekte sakınca görmeyerek bütün devlet düşmanları ile işbirliği içine girişmenin bu millete faturası çok ağır oldu. Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın ülkeye dönmesine bu yüzden izin vermedi. Çünkü Enver’in ne kadar hırslı olduğunu ve geldiği zaman sadece “vatanı kurtarmak”la yetinmeyeceğini çok iyi biliyordu.
Sözün özü, ““Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” sözü yanlış ve çok tehlikeli bir genellemedir. Düşmanımım düşmanı benim de düşmanım olabiliyor. Tarih bunun örnekleri ile doludur.